12 Ocak 2011 Çarşamba

ATOM BOMBASI ÇOCUKLARI

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin yıldönümünde, TİHAK Başkanı Muzaffer İlhan Erdost’un, atım bombasının Hiroşima’da tahribatını çocukların ağzından örnekleyen ve “Füze ve kalkan” konusunu irdeleyen konuşma metni:

ATOM BOMBASI VE FÜZE’YE KALKAN
 Muzaffer İlhan Erdost
 1
Atom Bombası Çocukları


6 Ağustos 1945.
 Tomoyuki Satoh — 1945’te dört yaşında.
 6 Ağustos’ta daha okula gitmiyordum. Sabahleyin evimizin yanındaki hamamın önünde oynuyordum. Ninem, “Haydi bahçeye git de biraz çiçek topla!” dedi. Ben de çiçek toplamaya başladım. Birden büyük bir parıltı oldu. Ödüm koptu. Eve gitmek istedim. Gözlerime iğneler dolmuştu. Etrafımı göremiyordum. Eve doğru gitmek isterken sokak kapısına çarptım. Gözlerimi açtım her taraf karanlıktı.
 Yaşihiro Kimura — 1945’te üçüncü sınıfta.
 ... Tehlike geçti işareti verildi. Okula geri gittim. Bir gürültü oldu. Gökyüzünde. Güneydoğu yönünde bir uçak gördük. Uçak gitgide irileşerek başımızın üzerine geldi. Gözüm hep uçaktaydı. Düşman uçağı mı Japon uçağı mı bilemedim. Sonra birden beyaz paraşüt gibi bir şey düşmeye başladı. Beş altı saniye içinde her şey bir anda sapsarı oldu. Bir iki saniye sonra da güüm!.. Her yer karardı. Başımıza taşlar yağmaya başladı. Üzerime direkler devrilmeye başladı. Bir an kendimden geçtim.
 Eko Matsunga — 1945’te beşinci sınıfta.
 Annemle karşılıklı kahvaltı ediyorduk. Sol elimde pirinç kasesi, sağ elimde tahta çubuklar vardı. Tam lokmayı ağzıma götüreceğim sırada gözlerimin önünde ani bir parlama oldu. Anlatılması güç, portakal renginde bir ışık odayı doldurdu. Pirinçleri ağzıma attım, kaseyi, çubukları masanın üzerine koydum ve birkaç adım koştum. Bundan sonrasını hatırlamıyorum. Kendimi kaybetmişim.
 Naoka Masuoka — Üniversite öğrencisi.
 Okuldan, yedi otuzda, “Kirazlar Çiçeklenirken”i söyleyerek neşeyle ayrıldık. Zakoba Ço’ya vardığımızda saat sekizi biraz geçiyordu. Hep yanımda taşıdığım ilk yardım çantasını bir yana koyarak çalışmak için doğruldum.
Birisi “B—29 geliyor!” diye bağırdı ve kör edici bir barıltıyla kendimi kaybettim.
 Susumu Kimura — 1945’te beşinci sınıfta.
 Ablam o gün Dobaşi’ye, çalışmaya gidecekti. Allahaısmarladık, ben gidiyorum,” diye çıktı gitti.
O günkü hali hep gözümün önündedir. Ayaklarında lastik ayakkabıları, elinde hırkasıyla yemek tası vardı.
Ben mutfaktaydım, annem de bitişik odada aynanın karşısında. İşte o anda 247 bin Hiroşimalının canına kıyan atom bombası patladı.
 Megumi Sera — 1945’te altıncı sınıfta.
 Komşumuz T. Ailesinin büyükannesi taş dibeği ödünç almaya gelmişti. Annem elinde dibekle sundurmaya çıktı, büyük anne ile uzun bir lafa daldı. Ben de orada bir direğe dayanarak durmuş, üç yaşındaki kardeşime kağıttan kayık yapıyordum. Kardeşimin kucağında leblebi kasesi vardı. Daha o sabah kavurmuştum. Leblebileri birer birer ağzına atıyordu. İhtiyarın sundurmaya oturduğunu görünce kalktı, yanına gitti “Al, ye nine” dedi.
İşte tam o anda atom bombası düştü.
 Sintara Fukuhara — 1945’te dördüncü sınıfta.
 O sabah içimde bir sıkıntı vardı. Oysa gökyüzü açık ve bulutsuzdu. Erkek kardeşimi her günkü gibi Fukuşika’daki geçici okula götürdüm. Okula henüz birkaç öğrenci gelmişti. Kırmızı tuğlalarla çevrili okul bahçesinin köşesine gittim. Yeni yapılan sığınağın üstündeki tümseğe çıkıp oturdum.
Okula gelen arkadaşlarımı tembel tembel seyrediyordum. Sarı-yeşil kanatlı bir kelebek süzülerek geldi, tam karşıma duvarın tepesine kondu. B—29’un kendine özgü sesini açık seçik olarak işittiğimi hatırlıyorum. Kardeşim kelebeği tutmak için elini uzattığı anda bir parlama oldu ve sanki bir fırına atılmışım gibi her tarafımda bir yanma duydum. Duvarın köşesine fırlatılmıştım. Önce bir parıltıyla zindan gibi bir aleme fırlatılıp atıldıktan sonra nasıl olmuş da kardeşimin elinden tutup koşmaya başlamıştım.
 Tomoyuki Satoh — 1945’te dört yaşında.
 ... Gönüllü ekibi ile çalışan babam gelmiş bizi arıyormuş. Ablam sesini duyunca dışarıya çıktı, elinden tutarak babamı içeriye aldı. Babamın belden üst yanı olduğu gibi yanmıştı. Ablam da başkaları da bunu görünce çok korktular. Tanımadığımız birisi babamın yanıklarına yağ sürdü.
İçimden ona teşekkür ettim.
Bundan sonra tepelere, Puçu’ya gittik. Yıkık bir tapınakta sineklik kurarak altına girdik. Burada epeyce kaldık. Biraz sonra herkes evine dönmeye başladı. Biz de döndük. Camlar kırılmış, dolaplar devrilmiş, aile mihrabı yıkılmış, kiremitler parça parça olmuş, duvar kaplamaları dökülmüştü. Birlikte ortalığı topladık, babamı yatırdık. Bir gece yarısı babam büyükanneyi çağırdı, yer elması istedi. Büyükanne ‘peki’ dedi, yer elması pişirdi.
“Oğlum yemeğin hazır” dedi. Babama baktık, cevap yoktu. Vücuduna dokundum, buz gibiydi. Ölmüştü.
 Kikiko Yamaşiro — 1945’te beş yaşında
 O sabah kardeşimle ikinci katta oynuyorduk. Büyük bir patlama oldu ve o anda ev yıkıldı. Herkes şaşırmıştı. Önce ablam çıktı, hepimize yardım etti. Kardeşimi, ardından da beni çıkarttı. Hemen oradan kaçtık. İnsanlar o yana, bu yana koşuşuyorlardı. Çoğu yaralıydı. Kalabalığın arasında ezilmemek için denize girdik. Sudan çıkarken ayağım kaydı, tekrar denize düştüm. Birisi elimden tuttu, kıyıya çıkardı.
Gene aynı yönde koşmaya koyulduk. Yağmur başladı. Küçük bir kulübe yaptık, içine girdik. Uyuduk.
Ertesi sabah kardeşim beni uyandırdı. “Annem ölmüş” dedi.
Şaşırdım. Annemin yanına gittim, “Anne! Anne!” diye seslendim.
Ses yoktu. Birkaç defa daha “Anne! Anne!” diye seslendim. Üzerine kapandım, ağladım, ağladım.
Cenazesi kalkıyordu. Kopar gibi ayrıldım annemden. Sonra hastaneye gittik. Orada epeyce kaldık. Bir sabah kalktık ki, kardeşim de ölmüş. Bundan sonra hepsi de ardarda öldüler. İki kardeşimle ben kaldım.
 Yukio Sekimoto — 1945’te beş yaşında.
 Şimşek çaktığı zaman dışarda oynuyordum. Ne olduğunu anlamaya kalmadan bahçe kapısıyla evimiz yanmaya başladı. Çok korktum. Hemen köprünün altına gittik. Orada da yanmış ve ölen insanlar vardı. Midem bulandı. Daha sonra nehrin öteki kıyısına gittik. O gece orada yattık.
Etrafta dolaşırken annemle babam koşarak geldiler. Annemin elleriyle ayakları yanmıştı. Babam sanki hemen ölecek gibiydi. Ağlamaya başladım. Bir maşrapa su getirdim. İçti. Kendine geldi.
Oyundan dönünce kardeşimle beni bir iş için gönderdiler. Döndüğümüzde babam ölmüştü. Bir tabuta koyduk, yakılacağı yere götürdük. Eve döndük. Sonra küllerini almaya gittik. Külleri mezara gömdük.
İki üç gün sonra annem de öldü. Annemi de bir tabuta koyduk, yakılacağı yere götürdük. Ablamla gittik külleri aldık, babamın mezarına koyduk. Diz çökerek dua ettik. İkimiz de ağladık.
Tepeye kestane toplamaya gittim. Eve dönünce kestaneleri kaynattım, mezarlığa götürdüm, annemle babama verdim. Diz çöktük, dua ettik.
 Taşihiko Kondo — 1945’te birinci sınıfta.
 Uyandığımda babam dönmüştü, annemi sordum.
“Annen ölmüş” dedi, “Oradakiler ilgilenmişler.”
Anlattıklarına göre her yanı kömür gibi olmuş.
“Bak şu kutuya” dedi. Açtım baktım, içinde annemin külleri vardı.
Bunu görünce sanki dipsiz bir kuyuya düşer gibi oldum. O gece sabaha karşı kardeşim de son nefesini verdi.
Kardeşimi bir tabuta koyduk, yanına da biraz çörek bıraktık. Ertesi sabah cesedi yakmak için nehir kıyısına gittik. Fakat onun yakılmasına gönlüm bir türlü razı olmuyordu. Dokuz yıldır beraberdik. Beni çok severdi. Bunu düşününce kardeşimi yakanlardan nefret ettim. Ona bunu yapmayacaklardı. Ensonu odunları ateşleyebildik. Tabut yavaş yavaş duman ve alevlere büründü. Annemle kardeşimin yüzü o alevlerde bir görünüyor, bir kayboluyordu. Babama bakınca gözyaşlarımı tutamadım.
 Kiyoko Tanaka — 1945’te üçüncü sınıfta.
 Annemin önünde ben yaşta bir kız duruyordu. Bütün vücudu yanıklar, yaralar içindeydi. Çok acı çektiği belliydi. Durmadan “Anne, Anne,” diyordu. Birden anneme, “Afedersiniz efendim, yanınızda çocuğunuz var mı?” diye sordu.
Kızın gözleri kör olmuştu herhalde.
“Annem, “Evet var,” dedi.
“Lütfen şunu ona verin”, diye elindeki paketi uzattı.
Yemek tasıydı bu. İçinde, okula giderken o sabah annesinin hazırladığı yemek vardı.
“Sen niçin yemiyorsun?” diye annem sordu.
“Ben öleceğim. Lütfen bunu kızınıza verin.”
Kutuyu aldık. Bir zaman nehirde ilerledik. Vapur denize çıktığı sırada çocuk “Efendim” dedi, “Size ismimi söyleyeyim, eğer anneme rastlarsanız lütfen burada olduğumu söyleyin.” Adını söyledi ve öldü.
 Kenti Takeuçi — 1945’te altıncı sınıfta.
 Herkesi bir kuşkudur sarmıştı. Akşam üzeri, sabahleyin motosikletle Hiroşima’ya giden amcam döndü. Sırtındaki gömlek parça parça olmuştu. Kamyondan iner inmez yere yığıldı. Bir yandan da bağıra bağıra ağlıyor, bir yandan da anlatıyordu:
“Çiyoko (annem) ve Toşio (ağabeyim) ve Matsuo (amcamın küçük kardeşi) ve Tomoko (kızkardeşi) ve Sadako (Tomoko teyzenin oğlu) ... hepsi de öldüler!”
Annem... ağbeyim... amcam... teyzem ve ötekiler...
 Atsuko Çujyoka — Üniversite öğrencisi
 Köprünün altına sığınan bir ana, vücudu kıpkızıl yanmış bir bebeği ellerinde tutuyor, başka bir ana bir yandan hıçkıra hıçkıra ağlıyor, bir yandan yanık memesiyle bebeğini emzirmeye çalışıyordu. Bir grup öğrenci oradaki bir su sarnıcına girmişlerdi. Sadece başları suyun yüzündeydi. İki ellerini kenetleyerek ağlıyor, bağırıyor, ana babalarını çağırıyorlardı. Oysa gelip geçen hemen herkes yaralıydı, kimsenin kimseye yardım edecek hali yoktu. Başlarındaki saçları kavrulmuş, her yanları toz ve kül kaplıydı. Bu halleriyle bu dünyada yaşayan yaratıklar olduğuna inanmak güçtü. Bunları görünce hemen, “Acaba ben de...” diye düşündüm. Ellerime baktım kan içindeydi. Kollarımdan paçavra gibi bir şeyler sarkıyordu. Paçavraların aralığından beyaz, kırmızı, siyah renkte et parçaları görünüyordu. Müthiş sarsılmıştım. Mendilimi almak için elimi cebime sokmak istedim; ne mendil vardı, ne de cep. Ceketimin belden alt yanı kül olmuştu.
 1945’te, yani Hiroşima’ya atom bombası atıldığı zaman altıncı sınıfta olan Kenti Takeuçi uzun anlatısını, bizi, hepimizi sorgulayarak bitiriyor:
O sırada Hiroşima’da olan ve bu zalim olaya tanıklık eden herkes o günlerin manzarasını sanki dün olmuşcasına son nefeslerine kadar unutamaz. Kaç kişinin sevdikleri ellerinden koparılıp alınmış, yurtları, yuvaları yanmış, yaşama sevinçleri yok edilmiştir. Birkaç kişinin cepleri dolsun, sözleri geçsin diye Hiroşima halkı, babasız, anasız, kardeşsiz bırakılmıştır. Ailenin sözde sağ kalan üyeleri en yakınlarının külleri kucaklarında, göz yaşları kirli yanaklarından sıza sıza evlerinin yanışını seyretmiş; kömür yığınları ortasında çaresiz kalakalmışlardır. Böyle bir şey sizin başınıza gelseydi siz ne yapardınız? Her savaşın sonu aşağı yukarı buna varır. Taş kalpli kişiler bile o sırada Hiroşima’ya bakar bakmaz gözlerini başka yana çevirirdi. Ya en yakınları bir anda kömür, kül, toz haline geliveren onbinler ne yapsın? Onların gözyaşlarını ne yapsanız, ne kadar dil dökseniz kurtaramazsınız. Oşiba Parkına kaçan insanlar; derileri kav kav dökülen insanlar; su su diye bağrışan insanlar; hiç değilse arkalarında bıraktıkları yavruları için barışın kurulması dileğiyle son nefeslerini verdiler.
 Atsuko Çuşyoka — Üniversite öğrencisi.
 Bilim, bilim diyoruz. Peki nedir bu bilim? Şu atom bombası da bilimsel gelişmenin bir ürünü değil mi? Bir kere de birkaç yüzbin insanın canını alan bir şey gerçekten bilimsel bir gelişme midir? Hayır. Bilim insanlığa yararlı, uygarlığı ileri götüren araçların doğmasına yardım etmeli. Ayrıca bilimin görevi insanlığın yaşama düzeyini yükseltmektir. Yoksa onu toptan yok etmek değil. Atom gücü, insanları bu dünyadan kopartıp atmak için değil, uygarlığı geliştirmek ve yaymak için kullanılmalı. Atom enerjisinin yeni bir barış dünyasının kurulması için kullanılmasını istiyorum. Bence insanlığın bu ızdırabı bütün insanların üzerinde birer birer denemesi için hiçbir sebep yok.
 o
 6 Ağustos 1945’te, çoğu dört-beş-altı yaşlarında olan çocukların anılarını yayınlayan, kendi sözleriyle, yaşamını, insanlığın kurtuluşuna ve varoluşuna, “barış için eğitim”e adamış bulunan Arata Osada, bu anıların, Japonya’da olduğu kadar dünya halklarının kalbine dikilen ve dünya durdukça duracak olan bir anıt oluşturacağını yazıyordu.
o
 Ne var ki, “hem çok değerli, hem de dayanılmayacak kadar acı bir kitap” olarak nitelediği “Atom Bombası Çocukları”na yazdığı “Önsöz”de, Bertrand Russell, “Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan iki atom bombasından dünya hiç de umulan dersi almamış görünüyor. Bu bombanın kurbanları anılarında söyledikleri gibi gerçekten de dehşet içindedirler. Ve yeni nükleer felaketlere engel olmak için bir yol bulunacağı umudunu taşımaktadırlar. Dünyamızda böyle düşünmeyenler de pek çok. Atom bombasının az bile geldiğine karar verildi. Yeni savaş tanrılarına iki kentin kurban edilmesi yeterli görülmedi. Dünyanın en güçlü ülkeleri, atom bombası yerine, bundan bin beter hidrojen bombasını kullanmaya; iki kent yerine kendilerini de içine alacak birçok ülke halklarını yeryüzünden silip süpürmeye karar verdiler.”
  Atom Bombası Çocukları kitabını, ölüm ve işkence peşinde koşan insanları, daha mutlu, daha barışçı bir dünya kurma yoluna döndürebileceği umudunu dile getiren Russell, “Eski Başkan Truman”ın, yani atom bombasının Hiroşima’ya ve ardından Nagazaki’ye atılması emrini veren ABD Başkanı Truman’ın “bu müthiş eylemin sorumluluğundan şu kadar olsun üzüntü duymadığını söylediğini” anımsatarak, “budalaca bir iyimserlik” olsa da, bu kitabı okuduğunda gönül hoşluğunun biraz olsun gölgelenebileceğini yazmıştı.
İki dünya sistemi arasında, kapitalist ve emperyalist dünya sistemi ile sosyalist dünya sistemi arasında, silahlanmaya koşut olarak, yerküremizde, insanlığı birkaç kez yokedecek güçte 50 binden fazla nükleer bomba, 15 bin megatondan fazla nükleer silah üretildi, insanlık olası nükleer ısının ve radyasyonun; yerküremiz, olası nükleer kışın korkusuyla çevrildi.
Nükleer tehlikenin, uluslar arasında sınır tanımadığı biliniyor. Yalnızca şu anda varolması bile, ulusların ve ulusal sınırların üstünde, tüm insanlığı tehdit eden bir heyula olarak geleceğimizi, hayallerimizi kuşatıyor, ve karartıyor.
İnsanlığın kendisini ve üzerinde yaşam bulduğu doğayı yokedecek olan bu kötücül gücün, insanlığın ortak iradesinin ürünü olduğunu söylemek olanaksız. Tüm insanlığa boyun eğdirmek isteyen bir avuç egemen gücün, büyük devlet görünümünde yansıyan iradesinden kaynaklanmış nükleer silah ve silahlanma, insanlığı tehdit etmeye devam ediyor.

2
Füze Kalkanı ve Küresel Miras

Füzeye kalkan, NATO ülkelerini kapsayan bir savunma sistemi olarak gündeme gelmiş olmakla birlikte, bunun, ABD’nin tarihsel mirası olarak açıkladığı küresel egemenlik stratejisine uyarlı bir aşaması olduğu gözardı edilmemek gerekir. Dünya kapitalist-emperyalist sisteme kumanda eden ABD’nin, kronikleşen ve sistemi tehdit eden ekonomik krizin, yalnızca ABD’yi değil, dünya kapitalist-emperyalist sistemini, yani  NATO ile savunulan sistemi çökmekten kurtarmak, çöküşü ertelemek için öncelendiği, bunun aynı zamanda bir dünya savaşını öncelediği de gözardı edilmemek gerekir.
Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından, ABD’nin belirlediği Türkiye’nin yeni jeopolitiğinin, değişik kanallardan açıklandığı, konuyla ilgilenenlerin belleklerinde olmalı:
Örneğin Brezizinski, Adriyatik’ten Çin Seddine kadar olan, ve Güneydoğu’da Avrupa’nın bir kısmını, Ortadoğuyu, İran Körfezini ve Sovyetler Birliğinin Güney kesimlerini (yani İran’ı, Irak’ı, Suudi Arabistan’ın kuzeyini, Afganistan’ı, Pakistan’ın bir kısmını) kapsayan coğrafik alanı “Güney Avrasya” olarak tanımlıyor. Dünya enerji kaynaklarının %75’ini elinde bulunduran Güney Avrasya’ya egemen olan gücün Batı Avrupa ve Doğu Asya üzerinde “muazzam bir nüfuz kurabileceğini”, “Ortadoğu’yu ve Avrupa’yı otomatik olarak kontrol edebileceğini” ABD’nin resmi görüşü olarak açıklıyordu.
Bunlar, biliyoruz, eski bilgiler ama, güncelleştiği için belirtelim: Brezezinski, “dünyanın bir numaralı süper gücü Amerika’nın sürdürülebilir Avrasya stratejisinin, 5 yıllık kısa vadeli, 25 yıl orta vadeli ve bunun üzerinde uzun vadeli perspektife sahip olması gerektiğini” yazmıştı,
“Orta vadeli strateji, Amerika’nın şemsiyesi altında, tüm Avrupa’yı kaplayan bir güvenlik sistemi oluşturmayı hedeflemekteydi.” Bu tümcenin altını çiziyorum.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından, “dünyanın bir numaralı süper gücü” Amerika’nın Avrasya için 25 yıllık orta vadeli stratejisinin, “Amerika’nın şemsiyesi altında, tüm Avrupa’yı kapsayan bir güvenlik sistemi oluşturmayı hedeflemesini” savlamasının nedenini Brzezinski, iki nedene bağlamış olmalıydı:
Biri, yalnızca Orta Asya ülkelerinde değil, Kafkaslar’da, Balkanlar’da, eski Sovyet cumhuriyetlerinde, doğması kaçınılmaz olan etnik ve dinsel çatışkı ve çatışmalar nedeniyle, tüm bölgenin kanlı ve karanlık bir geleceğe yargılı olmasıydı; ikinci olarak, Rusya, iç istikrarına eriştikten sonra eski imparatorluk sınırlarına kavuşmak isteyecekti.
Sibirya’da otonom (özerk) özlemlerin açığa çıkacağı, hatta, St. Petersburg yöresinde yaşayan Rusların Rusça konuşan birden fazla ülkeye bölüneceği yorumunu yapıyor, dolayısıyla, Rusya’nın eski imparatorluk sınırlarına kavuşmak istemesine karşılık, Sibirya’da özerk bölgeler kurulacağının, St. Petersburg odağında, Rusça konuşan birkaç ülkenin gündeme geleceğinin muştusunu veriyordu. — Bunun için 50 bin füze bize yeter denecekti.
ABD eski Dışişleri Bakanı Kissinger’in, 1996’da, İstanbul’da verdiği bir konferansta, “enerji sorununun, dünyanın en önemli sorunlarından biri olduğunu” vurgulayarak, Ortaasya’da enerji rezervleri bulunan Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan gibi yeni Cumhuriyetler ile enerjiyi Batı pazarlarına ulaştıracak yolları ellerinde bulunduran ülkelerin “tekrar Rusya’nın eline geçmemesi” gerektiğini dile getirdiğini burada bir kez daha anımsayalım.
Bu yıllar, aynı zamanda, Adriyatik’ten Çin Seddine Türklerin yılı olduğu Özal’ın ağzından eksilmiyor, dar anlamda “Avrasya”nın yeni tanımları yapılıyor, Süleyman Demirel, kendi Avrasyasını, Doğu Akdeniz-Karadeniz ve Hazar Denizinin rüzgarlarının birbirine karıştığı coğrafya olarak tanımlıyordu.
Fuller, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından bağımsızlaşan ülkelerin, kendi başlarına varlıklarını koruyamayacağını, Türkiye, etnik, dinsel ya da coğrafik federasyonlara göre yeniden yapılanırsa, Balkanlarla, Kafkaslarla, Orta Asya ile 225 milyonluk büyük Türk konfederasyonun oluşturulacağı senaryoları gündemi dolduruyordu. Bunlar, birer hayal ürünüydü ve bugün geride kalmıştı.
İki yıl kadar önce gene bu salonda, Hüseyin Obama’nın, Abraham Lincoln’ün yol haritası üzerinden Washington’a gelmiş olmasından cesaret alarak, “Hiç unutmayalım ki, Amerika, emperyalizmin kanlı ve kirli kimliğinin çelik kafesi içinde solumaya çalışan kocaman bir halkla birlikte Amerika’dır. Lincoln’ün, o Koca Reis’in, o özgürlüğün büyük babasının dalgın, derin ve kaygılı bakışlarının altında, emperyalizmin ezdiği, çiğnediği yeryüzü halklarıyla barış ve kardeşlik temelinde kucaklaşmayı özleyen kocaman bir Amerikan halkı var.” sözleriyle, küresel faşizmin baskısı altında, demokratik istemlerini yaşama geçiremeyen Amerikan halkına, Obama’nın yeni kimliğinde, bir selam göndermiş ve:
“Gladyo” örgütünü ortaya çıkartan isim olarak bilinen İtalya eski Cumhurbaşkanı Francesco Corsiga’nın “İtalyan merkez solu başta olmak üzere, Amerika ve Avrupa’nın bütün demokratik unsurları gayet iyi biliyorlar ki, 11 Eylül (2001) saldırıları, CIA ve MOSSAD’ın Arap dünyasını suçlamak ve Batılı güçleri, Irak ve Afganistan’a müdahaleye tahrik etmek için planlandığı” sözlerini konuşmamıza aktarmak gereğini duymuştuk. (Evrensel, 14 Ocak 2008.)
NATO ise, New-York ve Washington’da gerçekleştirilen saldırları, NATO’yu oluşturan devletlere ve NATO ile korunan sisteme bir saldırı olarak nitelemiş ve bu saldırının, terörist bir örgüt ya da örgütler tarafından değil, devletler tarafından gerçekleştirildiği kararlaştırılmıştı.
Dolayısıyla hedefte, CIA’nın desteğinde güçlenen Taliban ile köşeye sıkıştırılmış olan Saddam Hüseyin vardı. Afganistan’da NATO, Irak’ta ABD, 11 Eylülün öz çocuklarıydı.
Her şey harikaydı.
NATO’nun görevi (1) NATO ile korunan ülkeleri korumak, (2) NATO ile korunan sistemi korumak olarak özetlenebilirdi.
NATO ile korunan sistem kapitalist-emperyalist sistemdi. Bu sistemin karşıtları, belli ki sosyalist-komünistler olmak gerekirdi. NATO’ya olmasa bile ABD’ye şu ya da bu şekilde karşı olmak demek “komünist” olmak demekti. Ulusal olmak da aynı anlama geliyordu. İlericiler, ulusalcılar, solcular ve sosyalistler “vatan haini” komünistlerdi.
NATO ülkesine dışardan saldırı, adlandırılmamış olmakla birlikte, Sovyetler Birliği’nden gelecek bir saldırıydı, açık ya da doğrudan komünist bir saldırıydı; doğal ki, böyle bir saldırı “silahlı” bir saldırı olacak, ve silahla karşılanacaktı. İkinci saldırı, silahlı komünist saldırılardan daha tehlikeli olduğu savlanan dolaylı saldırılardı. Bunlar, o ülke içersinde, kendi iradeleri doğrultusunda ilerici, devrimci görüşleri benimsemiş, ülkenin demokrat ve sosyalist aydınlarıydı.. Bunların varlığı, görüşleri, siyasal ve ideolojik eğilimleri sisteme yönelik dolaylı saldırı olarak nitelenecek, bunlar, özel savaş yöntemleriyle yok edilecekti. Dışardan gelecek saldırıya karşı NATO ülkesi, içerde gelişen ve güçlenen dolaylı saldırıya karşı ise NATO ile korunan sistem (yani emperyalist sistem) korunacaktı, korunmuştu, korunuyordu.
12 Eylüle gelinen süreçte: Tütengil’den Türkler’e, sokakta, alanlarda, işkencede, hücrede; 12 Eylül cunta yönetiminde: işkencede, hücrede, darağacında; 12 Eylülün uzayan karanlğında: gene işkencede, gene hücrede, sokakta, bu ülkenin aydınlık insanları, kendi ülkelerini işgal etmiş komünist hainler olarak, türlü yöntemlerle yok edilecekti.
12 Eylül karanlığında, işkencede, hücrede, darağacında, kan dökülerek, can alınarak korundu bu sistem.
11 Eylülde (2001), sözde saldırıya uğrayan ABD hariç, 18 NATO ülkesi, NATO’nun 5. maddesini işletme kararı aldı. NATO ile korunan ülkelere dışardan gelecek terörist saldırılar, tüm NATO ülkelerine, NATO ile savunulan sisteme bir saldırı olarak kabul edildi. Ama burada “komünist” nitelemesinin yerini, “terörist” nitelemesi alıyordu.Terör örgütü, terör örgütü olarak değil, devlet terörist olarak nitelendi. Afganistan’da, Taliban; Irak’ta Saddam, terörist devlet olarak hedefteydi. PKK, ABD komutasının müşfik kolları arasında, NATO’nun, NATO ülkesi Türkiye’yi ABD çıkarlarına uyarlanmış bir silahlı güç olarak, Irak’ı işgal eden Amerika birlikleri tarafından kullanılacak ve korunacaktı.

o

30 Ocak 2010 günlü Cumhuriyet’te, NATO ile ilgili iki haber vardı.
Biri, “NATO imaj tazeleyecek” başlığını taşıyordu. Öteki, Rusya’nın yeni askeri doktriniyle ilgiliydi ve baş tehdit NATO olarak belirlenmişti.
Birincisi: NATO, “yeni stratejik konsept”le, öncelikle müslüman ülkeler ile müslüman gençlerin NATO algısını olumlu yönde değiştirmeyi” amaçlamıştı. “Ucu açık” bu konsept ile, yalnızca müslüman ülkeler ve müslüman gençler kazanılmaya çalışılıyor, NATO’nun yavrusu İslam NATO’su da sessizce gündeme geliyordu.
NATO, 11 yıl aradan sonra , “Yeni Stratejik Konsept”le, öncelikle “müslüman ülkeler ile gençlerin NATO algısını olumlu yönde değiştirmeyi hedefliyor” haberini, “Eğitim Araplaşıyor” haberi izliyordu.
Bu şöyle de açıklanabilirdi: Medreseleşen üniversiteden türbanlı ilköğretime değin eğitimin dinselleşmesi, yalnızca bilimin ve aklın, dinin denetimi ve baskısı altına alınmasını değil, aynı zamanda Kuran kurslarının din dersleri içersine alınmasının, daha doğrusu din derslerinin, ilköğretimde, Kuran ezberleme derslerine dönüştürülmesinin de önünü açacaktı. Bu, aynı zamanda özellikle “gelir” getiren tıp fakültelerinden hastanelere, üniversiteden ilköğretime değin fakülte ve okulların, petro-dolar babalarına, Arap şeyh ve sultanlarına satılmasının engellerini de ortadan kaldırmak demekti. Daha kısa bir deyişle, NATO ile korunan ülkeler ve NATO ile korunan sistem küresel faşizme entegre olurken, küresel faşizm, teokratik faşizmle Türkiye coğrafyasında eklemlenip perçinlenecekti. İlericilerin, ulusalcıların, bağımsızlıkçıların, doğal ki devrimcilerin vay haline!..
Uluslararası sermayeye kumanda eden ABD, 11 Eylülden sonra büyük ölçüde bu sermayeden ayrılmış bulunan ve Arap şeyh ve sultanlarının hesaplarında atıl duran petro-sermaye nedeniyle uğradığı ve kronikleşen krizi atlatabilmek ve küresel egemenliğinin önünü açabilmek için, Arap sermayesine dönüşen petro-sermayeyle, Türkiye coğrafyasında kenetlenmenin siyasi ve askeri yapısını oluşturacaktı.
Dolayısıyla, hem küresel faşizmin, hem de teokratik faşizmin, maddenin manayla kucaklaşması gibi, madde olarak sermaye, mana olarak islam dini, Türkiye coğrafyasında füze kalkanın zincirleriyle birbirine bağlanıyordu. Ulusal, ilerici ve devrimci kimliğe ise, tek bir yer,  Silivri Guantoması kalıyordu.
Kuşkusuz yalnız bu değil.
30 Ocak 2010 günlü Cumhuriyet’te yer alan NATO ile ilgili ikinci haber, Rusya’nın yeni askeri doktriniyle ilgiliydi, gazetede haber, “Baş Tehdit NATO” başlığı altında yayınlanmıştı.
Yeni Savunma doktrininde, Rusya’nın güvenliğine yönelik birinci tehdidin, “NATO kuvvetlerinin Rus sınırlarına yaklaşması” olduğu vurgulanmış, güvenlik tehdidinde ikinci sırada ABD’nin Doğu Avrupa’daki füze kalkan projesi yer almıştı. Doktrin, bu girişimin barışı tehdit ettiğini savunuyor ve ayrıca, Rusya’nın nükleer silahların sadece kendisine yönelik bir saldırı durumunda da kullanabileceğini öngörüyordu.
Deniz Berktay’ın Moskova’dan gönderdiği, Rusya’nın yeni askeri doktriniyle ilgili bu haberde, dünyada savaş tehdidinin azalmasına karşın, “Rusya’nın güvenliğine yönelik tehditlerin arttığı” belirtilerek, bölgedeki bazı ülkelerin uluslararası hukuka aykırı faaliyetlerinin, bölge güvenliğine tehdit oluşturduğu” görüşüne yer veriliyordu.
“Uluslararası hukuka aykırılık” ve “bölge ülkeleri”, ilk sırada akla, Güney Osetya’nın Gürcistan tarafından işgaliyle bağlantılı olarak, Boğazlardan Karadenize geçen değişik büyüklük ve nitelikteki farklı ülkelerin savaş ve hastane gibi gemilerini ve Montrö Anlaşmasını getiriyor.
Cumhuriyet’in NATO ile ilgili haberini, 3 Şubatta, “Odierno Ankara’da, Mahmur masada” başlıklı haber izleyecekti.
Haber’in girişi şöyle: “ABD’nin Irak’taki güçlerinin komutanı General Odierno, İçişleri Bakanı Atalay’ın daveti üzerine Ankara’ya geldi. Odierno, “Terörle mücadelede geniş kapsamlı çözümler üzerine konuşmayı umut ediyoruz!” dedi. Görüşmelerde, Türkiye’nin kapatılmasını istediği Mahmur Kampı ele alınacak. Ankara ayrıca hafta sonu ABD Savunma Bakanı Gates’i konuk edecek. Gates’in gündeminde Irak ve Afganistan var.” (Cumhuriyet, 3 Şubat 2010.)
Raymond Odierno, 2 Temmuz 2003 günü, Süleymaniye’de Türk timinin kaldığı karargahı peşmergelerle birlikte basarak 11 Türk subay ve astsubayını, başlarına çuval geçirterek 60 saat süreyle tutuklayan Amerikan generalidir. Daha sonra, ABD’nin Irak’taki askeri güçlerin komutanlığına getirilmişti. Çuval olayı Türkiye’de, asker arasında ve halkta büyük tepkilere neden olmuş, siyasal iktidar, herhangi bir tepki göstermekten kaçınmıştı.
Türk yetkililerle ve Orgenaral İlker Başbuğ ile görüşmek üzere Ankara’ya gelen Odierno, “Türkiye ve Türk Genelkurmayı ile mevcut ilişkilerimizi daha ileri götürmek üzere kendisini davet etmiş olan İçişleri Bakanı Beşir Atalay’a” teşekkür edecek; ABD Ankara Büyükelçiliğinden yapılan açıklamasında da, Amerikalı komutan, “Terörizmle mücadelede birlikte çalışma taahhüdümüz devam etmektedir. Kongra Gel’in (KGK / PKK) Türk şehirlerine ve Türk halkına karşı gerçekleştirdiği terörist eylemleri şiddetle kınıyorum!” ifadesini kullanacaktı.
ABD Savunma Bakanı Robert Gates ise hafta sonunda Türkiye’ye gelmiş ve Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ile görüşmüştü.
Gates’e, gazeteciler çuval olayını da sordular. “Ben o tarihte Savunma Bakanı değildim. Odierno’nun unvanı ortada. Ona Başkan’ın (Obama’nın) da, benim de itimadımız tam” yanıtını verecekti Gates.
ABD Savunma Bakanı’nın bilgi verdiği konulardan biri de NATO kapsamındaki füze kalkanı sistemiyle ilgili radarların Türkiye’ye yerleştirilmesiydi. Gates, bu konuda sorulan soruyu, “Balistik füzelerin yaygınlaştırılması yüzünden ortaya konan füze savunma sistemi konusunda, Türkiye’nin NATO kapsamında neler yapabileceğini konuştuk. İki radarın Türkiye’ye yerleştirilmesi konusunu ele aldık!” biçiminde yanıtlayacaktı.
Amerikalı bir gazetecinin radar gemilerinin Karadeniz’de nasıl konuşlanacağına ilişkin sorusunu ise, Gates, “Bu konuda konuşmak istediğimden emin değilim” sözleriyle geçiştirecekti.
ABD’nin Irak’taki kuvvetlerinin komutanı Raymond Odierno’nun Türkiye’yi ziyaretinin açıklanan tek gündemi, Mahmur Kampı’nın kapatılmasıydı. “Mahmur Kampı” yerine, füze savunma sisteminin ön görüşmesi yapıldığı açıktı. Gene de, siyasal erkin yüzüne gözüne bulaştırdığı “Açılım”la ilgili konuların görüşülmemiş olmasını düşünmek olası mıydı? Şöyle de düşünülebilirdi: Odierno mu bizden bir şey istemek için Ankara’ya gelmişti, biz mi Odierno’yu ondan bir şey istemek için Ankara’ya davet etmiştik! Odierno’nun Ankara ziyareti ile, Gates’in Ankara ziyaretinin nedeni birbirinden ayrı konular mıydı, birbirini tamamlayan, birbiriyle eklemlenen ya da örtüşen konular mı gündemdeydi? Özellikle de, ABD’nin başından beri “alet” olarak kullandığı, “terör”ü savaşımına temel alan PKK’yı satmaya karşılık, sözde NATO kapsamında adı “kalkan” olarak dillendirilen, ama Doğu Avrupa’ya konuşlandırılmak istendiği için Rusya’nın yeni bir askeri doktrin oluşturmasına yol açan füzelerin, bu kez Türkiye’ye de yerleştirilmek istenilmesi, sıradan olaylar mıydı?
ABD, bu oyunu daha önce de Türkiye’nin başına sarmıştı. Daniele Ganser’in NATO’nun Gizli Orduları kitabından (s. 393) okuyalım:
“Türkiye, NATO’yla Varşova Paktı ülkeleri arasındaki toplam sınırın üçte birine korumalık ettiği için, Türk elitleri Birleşik Devletler askeri sanayisi için mükemmel bir müşteri haline geldi ve aynı zamanda milyarlarca dolarlık ABD yardımı aldı. Soğuk Savaş süresince Birleşik Devletler tarafından silahlandırılan Türkiye, Avrupa’daki en büyük, NATO’daki —ABD’den sonraki— ikinci büyük silahlı kuvvetleri kurdu. Birleşik Devletler 1961’de gözü kara bir kumar oynayarak, Türkiye’ye Sovyetler Birliği’ni hedef alan nükleer füzeler bile yerleştirdi. Sovyet lideri Nikita Kruşçev, bir yıl sonra gözü kara stratejiyi kopyalayıp Küba’ya Birleşik Devletler’i hedef alan füzeler yerleştirince, Küba Füze Krizi patlak verdi ve dünya nükleer savaşın eşiğine geldi. Başkan Kennedy, Kruşçev’in nükleer füzeleri Küba’dan çekmesi karşılığında, Jüpiter füzelerini Türkiye’den çekme sözü vererek krizi barışçıl yollardan çözdü.”
Bu bir trajediydi. Şimdi ise, bir komediyi yaşıyorduk. Dün iki dünya sistemini temsil eden devletler, ideolojik anlamda iki sistemin yörüngelerindeki daha küçük devletler (ya da coğrafyalar) üzerinden, birbirini vurmaya çalışıyordu. Ama bugün aynı ekonomik sistemde birleşen bu iki büyük devletten biri, ötekini, bu kez Türkiye üzerinden köşeye sıkıştırmaya hazırlanıyor. Dün bir uydu olarak, bugün ABD’nin küresel egemenliğinin aktörü olarak, Türkiye, iradesi sanki otomatiğe bağlanmış gibi nükleer bir patlamaya doğru sürükleniyor.
Oyunlar ve “füze kalkanı” oyunu, Gates’in dillendirdiği NATO kapsamında oynanıyor. Ama neden davulun tokmağını, NATO Genel Sekreteri değil de, ABD Savunma Bakanı Gates vuruyor. Ve niçin geçmişte Sovyetler, çağrı üzerine Afganistan’a inmeden altı ay önce Afgan “mücahitleri”ne her türlü yardımı yapan CIA’nın o zamanki başkanı Gates sürdürüyor görüşmeleri?
21 Ocak 1998 günlü Nouvel Observateur’de Brzezinski’yle yapılan bir konuşma yayınlanmıştı. Nouvel Observateur’in, “CIA’nın eski başkanı Robert Gates, anılarında, Amerikan gizli servislerinin, [Afganistan’ı] Sovyet işgalinden altı ay önce Afgan mücahitlerine yardım etmeye başladıklarını yazıyor. O dönemde siz Carter’in güvenlik danışmanı olarak bu olayda önemli bir rol üstlenmiştiniz. Gates’in iddialarını kabul ediyor musunuz?” sorusunu, Brzezinski, “Evet.” Diye yanıtlamıştı: “Resmi tarihe göre CIA’nın mücahitlere yardımı 1980 yılında, yani Sovyet ordusunun Afganistan’ı işgal ettiği 24 Aralık 1979 tarihinden sonra başladı. Ancak şimdiye kadar saklanan gerçek bambaşka. Carter, Sovyet yanlısı Kabil yönetiminin muhaliflerine ilk gizli yardım emrini 3 Temmuz 1979’da imzaladı. Aynı tarihte ben de Başbakana, bu yardımın Sovyetler’in Afganistan’a askeri bir müdahalede bulunmasına yol açacağını belirten bir yazı yazdım. —Biz Ruslar’ı müdahaleye zorlamadık, ancak onların müdahalesini bilinçli olarak güçlendirdik.— Bu gizli operasyon harika bir fikirdi. Amacı, Ruslar’ı Afgan tuzağına düşürmekti. — Sovyetlerin resmen Afgan sınırını geçtikleri gün, Carter’e özetle şunları yazdım: “Şimdi Sovyetler Birliği için bir Vietnam savaşı yaratma fırsatını yakaladık!” Gerçekten de Moskova, Sovyet rejimine ağır gelen bir savaşı, hemen hemen on yıl sürdürdü, öyle ki, önce moral çöküntüye uğradı, sonunda da Sovyet İmparatorluğu dağıldı.”
Bu satırları bir kez daha yazarken, kendi kendime sormak istedim: CIA’nın eski başkanı Robert Gates, füze kalkanı sistemiyle ilgili radarların Türkiye’ye yerleştirilmesi konusunu Türk Genelkurmayıyla görüşen ABD Savunma Bakanı Robert Gates değil miydi?
Şu soruyu da sordum kendime. Sovyetler Birliğini moral çöküntüye uğratan ve dağılmasına neden olan CIA’nın eski başkanı Gates miydi, yoksa geçenlerde TRT 1’de konuşan Ağca mıydı. Çünkü Ağca da CIA’nın güdülemesi ve “para”laması “ışığında”, Papa’yı vurmuş, suçu Sovyetlere yüklemiş, Sovyetler Birliği moral çöküntüye uğramış ve dağılmıştı. Başbakan Erdoğan’a sorulmuş ve Erdoğan, Ağca’nın devlet televizyonunda konuşturulmuş olmasını, “şimdi özgürlük var” sözleriyle yanıtlamamış mıydı? Bu, aynı zamanda, Erdoğan Anayasasının ruhunu da açıklıyordu. Ağır insanlık suçu işleyen katiller, katil değil, komünizme karşı savaş vermiş, dünya komünist sistemini yıkmış, Nazlı Ilıcak’ın sözleriyle “büyük vatansever” kahramanlardı. Onun için davul zurna eşliğinde cezaevinden alınmış beş yıldızlı otelde ağırlanmıştı!

9 (10) Aralık 2010, Ankara

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder