12 Ocak 2011 Çarşamba

ATOM BOMBASI ÇOCUKLARI

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin yıldönümünde, TİHAK Başkanı Muzaffer İlhan Erdost’un, atım bombasının Hiroşima’da tahribatını çocukların ağzından örnekleyen ve “Füze ve kalkan” konusunu irdeleyen konuşma metni:

ATOM BOMBASI VE FÜZE’YE KALKAN
 Muzaffer İlhan Erdost
 1
Atom Bombası Çocukları


6 Ağustos 1945.
 Tomoyuki Satoh — 1945’te dört yaşında.
 6 Ağustos’ta daha okula gitmiyordum. Sabahleyin evimizin yanındaki hamamın önünde oynuyordum. Ninem, “Haydi bahçeye git de biraz çiçek topla!” dedi. Ben de çiçek toplamaya başladım. Birden büyük bir parıltı oldu. Ödüm koptu. Eve gitmek istedim. Gözlerime iğneler dolmuştu. Etrafımı göremiyordum. Eve doğru gitmek isterken sokak kapısına çarptım. Gözlerimi açtım her taraf karanlıktı.
 Yaşihiro Kimura — 1945’te üçüncü sınıfta.
 ... Tehlike geçti işareti verildi. Okula geri gittim. Bir gürültü oldu. Gökyüzünde. Güneydoğu yönünde bir uçak gördük. Uçak gitgide irileşerek başımızın üzerine geldi. Gözüm hep uçaktaydı. Düşman uçağı mı Japon uçağı mı bilemedim. Sonra birden beyaz paraşüt gibi bir şey düşmeye başladı. Beş altı saniye içinde her şey bir anda sapsarı oldu. Bir iki saniye sonra da güüm!.. Her yer karardı. Başımıza taşlar yağmaya başladı. Üzerime direkler devrilmeye başladı. Bir an kendimden geçtim.
 Eko Matsunga — 1945’te beşinci sınıfta.
 Annemle karşılıklı kahvaltı ediyorduk. Sol elimde pirinç kasesi, sağ elimde tahta çubuklar vardı. Tam lokmayı ağzıma götüreceğim sırada gözlerimin önünde ani bir parlama oldu. Anlatılması güç, portakal renginde bir ışık odayı doldurdu. Pirinçleri ağzıma attım, kaseyi, çubukları masanın üzerine koydum ve birkaç adım koştum. Bundan sonrasını hatırlamıyorum. Kendimi kaybetmişim.
 Naoka Masuoka — Üniversite öğrencisi.
 Okuldan, yedi otuzda, “Kirazlar Çiçeklenirken”i söyleyerek neşeyle ayrıldık. Zakoba Ço’ya vardığımızda saat sekizi biraz geçiyordu. Hep yanımda taşıdığım ilk yardım çantasını bir yana koyarak çalışmak için doğruldum.
Birisi “B—29 geliyor!” diye bağırdı ve kör edici bir barıltıyla kendimi kaybettim.
 Susumu Kimura — 1945’te beşinci sınıfta.
 Ablam o gün Dobaşi’ye, çalışmaya gidecekti. Allahaısmarladık, ben gidiyorum,” diye çıktı gitti.
O günkü hali hep gözümün önündedir. Ayaklarında lastik ayakkabıları, elinde hırkasıyla yemek tası vardı.
Ben mutfaktaydım, annem de bitişik odada aynanın karşısında. İşte o anda 247 bin Hiroşimalının canına kıyan atom bombası patladı.
 Megumi Sera — 1945’te altıncı sınıfta.
 Komşumuz T. Ailesinin büyükannesi taş dibeği ödünç almaya gelmişti. Annem elinde dibekle sundurmaya çıktı, büyük anne ile uzun bir lafa daldı. Ben de orada bir direğe dayanarak durmuş, üç yaşındaki kardeşime kağıttan kayık yapıyordum. Kardeşimin kucağında leblebi kasesi vardı. Daha o sabah kavurmuştum. Leblebileri birer birer ağzına atıyordu. İhtiyarın sundurmaya oturduğunu görünce kalktı, yanına gitti “Al, ye nine” dedi.
İşte tam o anda atom bombası düştü.
 Sintara Fukuhara — 1945’te dördüncü sınıfta.
 O sabah içimde bir sıkıntı vardı. Oysa gökyüzü açık ve bulutsuzdu. Erkek kardeşimi her günkü gibi Fukuşika’daki geçici okula götürdüm. Okula henüz birkaç öğrenci gelmişti. Kırmızı tuğlalarla çevrili okul bahçesinin köşesine gittim. Yeni yapılan sığınağın üstündeki tümseğe çıkıp oturdum.
Okula gelen arkadaşlarımı tembel tembel seyrediyordum. Sarı-yeşil kanatlı bir kelebek süzülerek geldi, tam karşıma duvarın tepesine kondu. B—29’un kendine özgü sesini açık seçik olarak işittiğimi hatırlıyorum. Kardeşim kelebeği tutmak için elini uzattığı anda bir parlama oldu ve sanki bir fırına atılmışım gibi her tarafımda bir yanma duydum. Duvarın köşesine fırlatılmıştım. Önce bir parıltıyla zindan gibi bir aleme fırlatılıp atıldıktan sonra nasıl olmuş da kardeşimin elinden tutup koşmaya başlamıştım.
 Tomoyuki Satoh — 1945’te dört yaşında.
 ... Gönüllü ekibi ile çalışan babam gelmiş bizi arıyormuş. Ablam sesini duyunca dışarıya çıktı, elinden tutarak babamı içeriye aldı. Babamın belden üst yanı olduğu gibi yanmıştı. Ablam da başkaları da bunu görünce çok korktular. Tanımadığımız birisi babamın yanıklarına yağ sürdü.
İçimden ona teşekkür ettim.
Bundan sonra tepelere, Puçu’ya gittik. Yıkık bir tapınakta sineklik kurarak altına girdik. Burada epeyce kaldık. Biraz sonra herkes evine dönmeye başladı. Biz de döndük. Camlar kırılmış, dolaplar devrilmiş, aile mihrabı yıkılmış, kiremitler parça parça olmuş, duvar kaplamaları dökülmüştü. Birlikte ortalığı topladık, babamı yatırdık. Bir gece yarısı babam büyükanneyi çağırdı, yer elması istedi. Büyükanne ‘peki’ dedi, yer elması pişirdi.
“Oğlum yemeğin hazır” dedi. Babama baktık, cevap yoktu. Vücuduna dokundum, buz gibiydi. Ölmüştü.
 Kikiko Yamaşiro — 1945’te beş yaşında
 O sabah kardeşimle ikinci katta oynuyorduk. Büyük bir patlama oldu ve o anda ev yıkıldı. Herkes şaşırmıştı. Önce ablam çıktı, hepimize yardım etti. Kardeşimi, ardından da beni çıkarttı. Hemen oradan kaçtık. İnsanlar o yana, bu yana koşuşuyorlardı. Çoğu yaralıydı. Kalabalığın arasında ezilmemek için denize girdik. Sudan çıkarken ayağım kaydı, tekrar denize düştüm. Birisi elimden tuttu, kıyıya çıkardı.
Gene aynı yönde koşmaya koyulduk. Yağmur başladı. Küçük bir kulübe yaptık, içine girdik. Uyuduk.
Ertesi sabah kardeşim beni uyandırdı. “Annem ölmüş” dedi.
Şaşırdım. Annemin yanına gittim, “Anne! Anne!” diye seslendim.
Ses yoktu. Birkaç defa daha “Anne! Anne!” diye seslendim. Üzerine kapandım, ağladım, ağladım.
Cenazesi kalkıyordu. Kopar gibi ayrıldım annemden. Sonra hastaneye gittik. Orada epeyce kaldık. Bir sabah kalktık ki, kardeşim de ölmüş. Bundan sonra hepsi de ardarda öldüler. İki kardeşimle ben kaldım.
 Yukio Sekimoto — 1945’te beş yaşında.
 Şimşek çaktığı zaman dışarda oynuyordum. Ne olduğunu anlamaya kalmadan bahçe kapısıyla evimiz yanmaya başladı. Çok korktum. Hemen köprünün altına gittik. Orada da yanmış ve ölen insanlar vardı. Midem bulandı. Daha sonra nehrin öteki kıyısına gittik. O gece orada yattık.
Etrafta dolaşırken annemle babam koşarak geldiler. Annemin elleriyle ayakları yanmıştı. Babam sanki hemen ölecek gibiydi. Ağlamaya başladım. Bir maşrapa su getirdim. İçti. Kendine geldi.
Oyundan dönünce kardeşimle beni bir iş için gönderdiler. Döndüğümüzde babam ölmüştü. Bir tabuta koyduk, yakılacağı yere götürdük. Eve döndük. Sonra küllerini almaya gittik. Külleri mezara gömdük.
İki üç gün sonra annem de öldü. Annemi de bir tabuta koyduk, yakılacağı yere götürdük. Ablamla gittik külleri aldık, babamın mezarına koyduk. Diz çökerek dua ettik. İkimiz de ağladık.
Tepeye kestane toplamaya gittim. Eve dönünce kestaneleri kaynattım, mezarlığa götürdüm, annemle babama verdim. Diz çöktük, dua ettik.
 Taşihiko Kondo — 1945’te birinci sınıfta.
 Uyandığımda babam dönmüştü, annemi sordum.
“Annen ölmüş” dedi, “Oradakiler ilgilenmişler.”
Anlattıklarına göre her yanı kömür gibi olmuş.
“Bak şu kutuya” dedi. Açtım baktım, içinde annemin külleri vardı.
Bunu görünce sanki dipsiz bir kuyuya düşer gibi oldum. O gece sabaha karşı kardeşim de son nefesini verdi.
Kardeşimi bir tabuta koyduk, yanına da biraz çörek bıraktık. Ertesi sabah cesedi yakmak için nehir kıyısına gittik. Fakat onun yakılmasına gönlüm bir türlü razı olmuyordu. Dokuz yıldır beraberdik. Beni çok severdi. Bunu düşününce kardeşimi yakanlardan nefret ettim. Ona bunu yapmayacaklardı. Ensonu odunları ateşleyebildik. Tabut yavaş yavaş duman ve alevlere büründü. Annemle kardeşimin yüzü o alevlerde bir görünüyor, bir kayboluyordu. Babama bakınca gözyaşlarımı tutamadım.
 Kiyoko Tanaka — 1945’te üçüncü sınıfta.
 Annemin önünde ben yaşta bir kız duruyordu. Bütün vücudu yanıklar, yaralar içindeydi. Çok acı çektiği belliydi. Durmadan “Anne, Anne,” diyordu. Birden anneme, “Afedersiniz efendim, yanınızda çocuğunuz var mı?” diye sordu.
Kızın gözleri kör olmuştu herhalde.
“Annem, “Evet var,” dedi.
“Lütfen şunu ona verin”, diye elindeki paketi uzattı.
Yemek tasıydı bu. İçinde, okula giderken o sabah annesinin hazırladığı yemek vardı.
“Sen niçin yemiyorsun?” diye annem sordu.
“Ben öleceğim. Lütfen bunu kızınıza verin.”
Kutuyu aldık. Bir zaman nehirde ilerledik. Vapur denize çıktığı sırada çocuk “Efendim” dedi, “Size ismimi söyleyeyim, eğer anneme rastlarsanız lütfen burada olduğumu söyleyin.” Adını söyledi ve öldü.
 Kenti Takeuçi — 1945’te altıncı sınıfta.
 Herkesi bir kuşkudur sarmıştı. Akşam üzeri, sabahleyin motosikletle Hiroşima’ya giden amcam döndü. Sırtındaki gömlek parça parça olmuştu. Kamyondan iner inmez yere yığıldı. Bir yandan da bağıra bağıra ağlıyor, bir yandan da anlatıyordu:
“Çiyoko (annem) ve Toşio (ağabeyim) ve Matsuo (amcamın küçük kardeşi) ve Tomoko (kızkardeşi) ve Sadako (Tomoko teyzenin oğlu) ... hepsi de öldüler!”
Annem... ağbeyim... amcam... teyzem ve ötekiler...
 Atsuko Çujyoka — Üniversite öğrencisi
 Köprünün altına sığınan bir ana, vücudu kıpkızıl yanmış bir bebeği ellerinde tutuyor, başka bir ana bir yandan hıçkıra hıçkıra ağlıyor, bir yandan yanık memesiyle bebeğini emzirmeye çalışıyordu. Bir grup öğrenci oradaki bir su sarnıcına girmişlerdi. Sadece başları suyun yüzündeydi. İki ellerini kenetleyerek ağlıyor, bağırıyor, ana babalarını çağırıyorlardı. Oysa gelip geçen hemen herkes yaralıydı, kimsenin kimseye yardım edecek hali yoktu. Başlarındaki saçları kavrulmuş, her yanları toz ve kül kaplıydı. Bu halleriyle bu dünyada yaşayan yaratıklar olduğuna inanmak güçtü. Bunları görünce hemen, “Acaba ben de...” diye düşündüm. Ellerime baktım kan içindeydi. Kollarımdan paçavra gibi bir şeyler sarkıyordu. Paçavraların aralığından beyaz, kırmızı, siyah renkte et parçaları görünüyordu. Müthiş sarsılmıştım. Mendilimi almak için elimi cebime sokmak istedim; ne mendil vardı, ne de cep. Ceketimin belden alt yanı kül olmuştu.
 1945’te, yani Hiroşima’ya atom bombası atıldığı zaman altıncı sınıfta olan Kenti Takeuçi uzun anlatısını, bizi, hepimizi sorgulayarak bitiriyor:
O sırada Hiroşima’da olan ve bu zalim olaya tanıklık eden herkes o günlerin manzarasını sanki dün olmuşcasına son nefeslerine kadar unutamaz. Kaç kişinin sevdikleri ellerinden koparılıp alınmış, yurtları, yuvaları yanmış, yaşama sevinçleri yok edilmiştir. Birkaç kişinin cepleri dolsun, sözleri geçsin diye Hiroşima halkı, babasız, anasız, kardeşsiz bırakılmıştır. Ailenin sözde sağ kalan üyeleri en yakınlarının külleri kucaklarında, göz yaşları kirli yanaklarından sıza sıza evlerinin yanışını seyretmiş; kömür yığınları ortasında çaresiz kalakalmışlardır. Böyle bir şey sizin başınıza gelseydi siz ne yapardınız? Her savaşın sonu aşağı yukarı buna varır. Taş kalpli kişiler bile o sırada Hiroşima’ya bakar bakmaz gözlerini başka yana çevirirdi. Ya en yakınları bir anda kömür, kül, toz haline geliveren onbinler ne yapsın? Onların gözyaşlarını ne yapsanız, ne kadar dil dökseniz kurtaramazsınız. Oşiba Parkına kaçan insanlar; derileri kav kav dökülen insanlar; su su diye bağrışan insanlar; hiç değilse arkalarında bıraktıkları yavruları için barışın kurulması dileğiyle son nefeslerini verdiler.
 Atsuko Çuşyoka — Üniversite öğrencisi.
 Bilim, bilim diyoruz. Peki nedir bu bilim? Şu atom bombası da bilimsel gelişmenin bir ürünü değil mi? Bir kere de birkaç yüzbin insanın canını alan bir şey gerçekten bilimsel bir gelişme midir? Hayır. Bilim insanlığa yararlı, uygarlığı ileri götüren araçların doğmasına yardım etmeli. Ayrıca bilimin görevi insanlığın yaşama düzeyini yükseltmektir. Yoksa onu toptan yok etmek değil. Atom gücü, insanları bu dünyadan kopartıp atmak için değil, uygarlığı geliştirmek ve yaymak için kullanılmalı. Atom enerjisinin yeni bir barış dünyasının kurulması için kullanılmasını istiyorum. Bence insanlığın bu ızdırabı bütün insanların üzerinde birer birer denemesi için hiçbir sebep yok.
 o
 6 Ağustos 1945’te, çoğu dört-beş-altı yaşlarında olan çocukların anılarını yayınlayan, kendi sözleriyle, yaşamını, insanlığın kurtuluşuna ve varoluşuna, “barış için eğitim”e adamış bulunan Arata Osada, bu anıların, Japonya’da olduğu kadar dünya halklarının kalbine dikilen ve dünya durdukça duracak olan bir anıt oluşturacağını yazıyordu.
o
 Ne var ki, “hem çok değerli, hem de dayanılmayacak kadar acı bir kitap” olarak nitelediği “Atom Bombası Çocukları”na yazdığı “Önsöz”de, Bertrand Russell, “Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan iki atom bombasından dünya hiç de umulan dersi almamış görünüyor. Bu bombanın kurbanları anılarında söyledikleri gibi gerçekten de dehşet içindedirler. Ve yeni nükleer felaketlere engel olmak için bir yol bulunacağı umudunu taşımaktadırlar. Dünyamızda böyle düşünmeyenler de pek çok. Atom bombasının az bile geldiğine karar verildi. Yeni savaş tanrılarına iki kentin kurban edilmesi yeterli görülmedi. Dünyanın en güçlü ülkeleri, atom bombası yerine, bundan bin beter hidrojen bombasını kullanmaya; iki kent yerine kendilerini de içine alacak birçok ülke halklarını yeryüzünden silip süpürmeye karar verdiler.”
  Atom Bombası Çocukları kitabını, ölüm ve işkence peşinde koşan insanları, daha mutlu, daha barışçı bir dünya kurma yoluna döndürebileceği umudunu dile getiren Russell, “Eski Başkan Truman”ın, yani atom bombasının Hiroşima’ya ve ardından Nagazaki’ye atılması emrini veren ABD Başkanı Truman’ın “bu müthiş eylemin sorumluluğundan şu kadar olsun üzüntü duymadığını söylediğini” anımsatarak, “budalaca bir iyimserlik” olsa da, bu kitabı okuduğunda gönül hoşluğunun biraz olsun gölgelenebileceğini yazmıştı.
İki dünya sistemi arasında, kapitalist ve emperyalist dünya sistemi ile sosyalist dünya sistemi arasında, silahlanmaya koşut olarak, yerküremizde, insanlığı birkaç kez yokedecek güçte 50 binden fazla nükleer bomba, 15 bin megatondan fazla nükleer silah üretildi, insanlık olası nükleer ısının ve radyasyonun; yerküremiz, olası nükleer kışın korkusuyla çevrildi.
Nükleer tehlikenin, uluslar arasında sınır tanımadığı biliniyor. Yalnızca şu anda varolması bile, ulusların ve ulusal sınırların üstünde, tüm insanlığı tehdit eden bir heyula olarak geleceğimizi, hayallerimizi kuşatıyor, ve karartıyor.
İnsanlığın kendisini ve üzerinde yaşam bulduğu doğayı yokedecek olan bu kötücül gücün, insanlığın ortak iradesinin ürünü olduğunu söylemek olanaksız. Tüm insanlığa boyun eğdirmek isteyen bir avuç egemen gücün, büyük devlet görünümünde yansıyan iradesinden kaynaklanmış nükleer silah ve silahlanma, insanlığı tehdit etmeye devam ediyor.

2
Füze Kalkanı ve Küresel Miras

Füzeye kalkan, NATO ülkelerini kapsayan bir savunma sistemi olarak gündeme gelmiş olmakla birlikte, bunun, ABD’nin tarihsel mirası olarak açıkladığı küresel egemenlik stratejisine uyarlı bir aşaması olduğu gözardı edilmemek gerekir. Dünya kapitalist-emperyalist sisteme kumanda eden ABD’nin, kronikleşen ve sistemi tehdit eden ekonomik krizin, yalnızca ABD’yi değil, dünya kapitalist-emperyalist sistemini, yani  NATO ile savunulan sistemi çökmekten kurtarmak, çöküşü ertelemek için öncelendiği, bunun aynı zamanda bir dünya savaşını öncelediği de gözardı edilmemek gerekir.
Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından, ABD’nin belirlediği Türkiye’nin yeni jeopolitiğinin, değişik kanallardan açıklandığı, konuyla ilgilenenlerin belleklerinde olmalı:
Örneğin Brezizinski, Adriyatik’ten Çin Seddine kadar olan, ve Güneydoğu’da Avrupa’nın bir kısmını, Ortadoğuyu, İran Körfezini ve Sovyetler Birliğinin Güney kesimlerini (yani İran’ı, Irak’ı, Suudi Arabistan’ın kuzeyini, Afganistan’ı, Pakistan’ın bir kısmını) kapsayan coğrafik alanı “Güney Avrasya” olarak tanımlıyor. Dünya enerji kaynaklarının %75’ini elinde bulunduran Güney Avrasya’ya egemen olan gücün Batı Avrupa ve Doğu Asya üzerinde “muazzam bir nüfuz kurabileceğini”, “Ortadoğu’yu ve Avrupa’yı otomatik olarak kontrol edebileceğini” ABD’nin resmi görüşü olarak açıklıyordu.
Bunlar, biliyoruz, eski bilgiler ama, güncelleştiği için belirtelim: Brezezinski, “dünyanın bir numaralı süper gücü Amerika’nın sürdürülebilir Avrasya stratejisinin, 5 yıllık kısa vadeli, 25 yıl orta vadeli ve bunun üzerinde uzun vadeli perspektife sahip olması gerektiğini” yazmıştı,
“Orta vadeli strateji, Amerika’nın şemsiyesi altında, tüm Avrupa’yı kaplayan bir güvenlik sistemi oluşturmayı hedeflemekteydi.” Bu tümcenin altını çiziyorum.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından, “dünyanın bir numaralı süper gücü” Amerika’nın Avrasya için 25 yıllık orta vadeli stratejisinin, “Amerika’nın şemsiyesi altında, tüm Avrupa’yı kapsayan bir güvenlik sistemi oluşturmayı hedeflemesini” savlamasının nedenini Brzezinski, iki nedene bağlamış olmalıydı:
Biri, yalnızca Orta Asya ülkelerinde değil, Kafkaslar’da, Balkanlar’da, eski Sovyet cumhuriyetlerinde, doğması kaçınılmaz olan etnik ve dinsel çatışkı ve çatışmalar nedeniyle, tüm bölgenin kanlı ve karanlık bir geleceğe yargılı olmasıydı; ikinci olarak, Rusya, iç istikrarına eriştikten sonra eski imparatorluk sınırlarına kavuşmak isteyecekti.
Sibirya’da otonom (özerk) özlemlerin açığa çıkacağı, hatta, St. Petersburg yöresinde yaşayan Rusların Rusça konuşan birden fazla ülkeye bölüneceği yorumunu yapıyor, dolayısıyla, Rusya’nın eski imparatorluk sınırlarına kavuşmak istemesine karşılık, Sibirya’da özerk bölgeler kurulacağının, St. Petersburg odağında, Rusça konuşan birkaç ülkenin gündeme geleceğinin muştusunu veriyordu. — Bunun için 50 bin füze bize yeter denecekti.
ABD eski Dışişleri Bakanı Kissinger’in, 1996’da, İstanbul’da verdiği bir konferansta, “enerji sorununun, dünyanın en önemli sorunlarından biri olduğunu” vurgulayarak, Ortaasya’da enerji rezervleri bulunan Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan gibi yeni Cumhuriyetler ile enerjiyi Batı pazarlarına ulaştıracak yolları ellerinde bulunduran ülkelerin “tekrar Rusya’nın eline geçmemesi” gerektiğini dile getirdiğini burada bir kez daha anımsayalım.
Bu yıllar, aynı zamanda, Adriyatik’ten Çin Seddine Türklerin yılı olduğu Özal’ın ağzından eksilmiyor, dar anlamda “Avrasya”nın yeni tanımları yapılıyor, Süleyman Demirel, kendi Avrasyasını, Doğu Akdeniz-Karadeniz ve Hazar Denizinin rüzgarlarının birbirine karıştığı coğrafya olarak tanımlıyordu.
Fuller, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından bağımsızlaşan ülkelerin, kendi başlarına varlıklarını koruyamayacağını, Türkiye, etnik, dinsel ya da coğrafik federasyonlara göre yeniden yapılanırsa, Balkanlarla, Kafkaslarla, Orta Asya ile 225 milyonluk büyük Türk konfederasyonun oluşturulacağı senaryoları gündemi dolduruyordu. Bunlar, birer hayal ürünüydü ve bugün geride kalmıştı.
İki yıl kadar önce gene bu salonda, Hüseyin Obama’nın, Abraham Lincoln’ün yol haritası üzerinden Washington’a gelmiş olmasından cesaret alarak, “Hiç unutmayalım ki, Amerika, emperyalizmin kanlı ve kirli kimliğinin çelik kafesi içinde solumaya çalışan kocaman bir halkla birlikte Amerika’dır. Lincoln’ün, o Koca Reis’in, o özgürlüğün büyük babasının dalgın, derin ve kaygılı bakışlarının altında, emperyalizmin ezdiği, çiğnediği yeryüzü halklarıyla barış ve kardeşlik temelinde kucaklaşmayı özleyen kocaman bir Amerikan halkı var.” sözleriyle, küresel faşizmin baskısı altında, demokratik istemlerini yaşama geçiremeyen Amerikan halkına, Obama’nın yeni kimliğinde, bir selam göndermiş ve:
“Gladyo” örgütünü ortaya çıkartan isim olarak bilinen İtalya eski Cumhurbaşkanı Francesco Corsiga’nın “İtalyan merkez solu başta olmak üzere, Amerika ve Avrupa’nın bütün demokratik unsurları gayet iyi biliyorlar ki, 11 Eylül (2001) saldırıları, CIA ve MOSSAD’ın Arap dünyasını suçlamak ve Batılı güçleri, Irak ve Afganistan’a müdahaleye tahrik etmek için planlandığı” sözlerini konuşmamıza aktarmak gereğini duymuştuk. (Evrensel, 14 Ocak 2008.)
NATO ise, New-York ve Washington’da gerçekleştirilen saldırları, NATO’yu oluşturan devletlere ve NATO ile korunan sisteme bir saldırı olarak nitelemiş ve bu saldırının, terörist bir örgüt ya da örgütler tarafından değil, devletler tarafından gerçekleştirildiği kararlaştırılmıştı.
Dolayısıyla hedefte, CIA’nın desteğinde güçlenen Taliban ile köşeye sıkıştırılmış olan Saddam Hüseyin vardı. Afganistan’da NATO, Irak’ta ABD, 11 Eylülün öz çocuklarıydı.
Her şey harikaydı.
NATO’nun görevi (1) NATO ile korunan ülkeleri korumak, (2) NATO ile korunan sistemi korumak olarak özetlenebilirdi.
NATO ile korunan sistem kapitalist-emperyalist sistemdi. Bu sistemin karşıtları, belli ki sosyalist-komünistler olmak gerekirdi. NATO’ya olmasa bile ABD’ye şu ya da bu şekilde karşı olmak demek “komünist” olmak demekti. Ulusal olmak da aynı anlama geliyordu. İlericiler, ulusalcılar, solcular ve sosyalistler “vatan haini” komünistlerdi.
NATO ülkesine dışardan saldırı, adlandırılmamış olmakla birlikte, Sovyetler Birliği’nden gelecek bir saldırıydı, açık ya da doğrudan komünist bir saldırıydı; doğal ki, böyle bir saldırı “silahlı” bir saldırı olacak, ve silahla karşılanacaktı. İkinci saldırı, silahlı komünist saldırılardan daha tehlikeli olduğu savlanan dolaylı saldırılardı. Bunlar, o ülke içersinde, kendi iradeleri doğrultusunda ilerici, devrimci görüşleri benimsemiş, ülkenin demokrat ve sosyalist aydınlarıydı.. Bunların varlığı, görüşleri, siyasal ve ideolojik eğilimleri sisteme yönelik dolaylı saldırı olarak nitelenecek, bunlar, özel savaş yöntemleriyle yok edilecekti. Dışardan gelecek saldırıya karşı NATO ülkesi, içerde gelişen ve güçlenen dolaylı saldırıya karşı ise NATO ile korunan sistem (yani emperyalist sistem) korunacaktı, korunmuştu, korunuyordu.
12 Eylüle gelinen süreçte: Tütengil’den Türkler’e, sokakta, alanlarda, işkencede, hücrede; 12 Eylül cunta yönetiminde: işkencede, hücrede, darağacında; 12 Eylülün uzayan karanlğında: gene işkencede, gene hücrede, sokakta, bu ülkenin aydınlık insanları, kendi ülkelerini işgal etmiş komünist hainler olarak, türlü yöntemlerle yok edilecekti.
12 Eylül karanlığında, işkencede, hücrede, darağacında, kan dökülerek, can alınarak korundu bu sistem.
11 Eylülde (2001), sözde saldırıya uğrayan ABD hariç, 18 NATO ülkesi, NATO’nun 5. maddesini işletme kararı aldı. NATO ile korunan ülkelere dışardan gelecek terörist saldırılar, tüm NATO ülkelerine, NATO ile savunulan sisteme bir saldırı olarak kabul edildi. Ama burada “komünist” nitelemesinin yerini, “terörist” nitelemesi alıyordu.Terör örgütü, terör örgütü olarak değil, devlet terörist olarak nitelendi. Afganistan’da, Taliban; Irak’ta Saddam, terörist devlet olarak hedefteydi. PKK, ABD komutasının müşfik kolları arasında, NATO’nun, NATO ülkesi Türkiye’yi ABD çıkarlarına uyarlanmış bir silahlı güç olarak, Irak’ı işgal eden Amerika birlikleri tarafından kullanılacak ve korunacaktı.

o

30 Ocak 2010 günlü Cumhuriyet’te, NATO ile ilgili iki haber vardı.
Biri, “NATO imaj tazeleyecek” başlığını taşıyordu. Öteki, Rusya’nın yeni askeri doktriniyle ilgiliydi ve baş tehdit NATO olarak belirlenmişti.
Birincisi: NATO, “yeni stratejik konsept”le, öncelikle müslüman ülkeler ile müslüman gençlerin NATO algısını olumlu yönde değiştirmeyi” amaçlamıştı. “Ucu açık” bu konsept ile, yalnızca müslüman ülkeler ve müslüman gençler kazanılmaya çalışılıyor, NATO’nun yavrusu İslam NATO’su da sessizce gündeme geliyordu.
NATO, 11 yıl aradan sonra , “Yeni Stratejik Konsept”le, öncelikle “müslüman ülkeler ile gençlerin NATO algısını olumlu yönde değiştirmeyi hedefliyor” haberini, “Eğitim Araplaşıyor” haberi izliyordu.
Bu şöyle de açıklanabilirdi: Medreseleşen üniversiteden türbanlı ilköğretime değin eğitimin dinselleşmesi, yalnızca bilimin ve aklın, dinin denetimi ve baskısı altına alınmasını değil, aynı zamanda Kuran kurslarının din dersleri içersine alınmasının, daha doğrusu din derslerinin, ilköğretimde, Kuran ezberleme derslerine dönüştürülmesinin de önünü açacaktı. Bu, aynı zamanda özellikle “gelir” getiren tıp fakültelerinden hastanelere, üniversiteden ilköğretime değin fakülte ve okulların, petro-dolar babalarına, Arap şeyh ve sultanlarına satılmasının engellerini de ortadan kaldırmak demekti. Daha kısa bir deyişle, NATO ile korunan ülkeler ve NATO ile korunan sistem küresel faşizme entegre olurken, küresel faşizm, teokratik faşizmle Türkiye coğrafyasında eklemlenip perçinlenecekti. İlericilerin, ulusalcıların, bağımsızlıkçıların, doğal ki devrimcilerin vay haline!..
Uluslararası sermayeye kumanda eden ABD, 11 Eylülden sonra büyük ölçüde bu sermayeden ayrılmış bulunan ve Arap şeyh ve sultanlarının hesaplarında atıl duran petro-sermaye nedeniyle uğradığı ve kronikleşen krizi atlatabilmek ve küresel egemenliğinin önünü açabilmek için, Arap sermayesine dönüşen petro-sermayeyle, Türkiye coğrafyasında kenetlenmenin siyasi ve askeri yapısını oluşturacaktı.
Dolayısıyla, hem küresel faşizmin, hem de teokratik faşizmin, maddenin manayla kucaklaşması gibi, madde olarak sermaye, mana olarak islam dini, Türkiye coğrafyasında füze kalkanın zincirleriyle birbirine bağlanıyordu. Ulusal, ilerici ve devrimci kimliğe ise, tek bir yer,  Silivri Guantoması kalıyordu.
Kuşkusuz yalnız bu değil.
30 Ocak 2010 günlü Cumhuriyet’te yer alan NATO ile ilgili ikinci haber, Rusya’nın yeni askeri doktriniyle ilgiliydi, gazetede haber, “Baş Tehdit NATO” başlığı altında yayınlanmıştı.
Yeni Savunma doktrininde, Rusya’nın güvenliğine yönelik birinci tehdidin, “NATO kuvvetlerinin Rus sınırlarına yaklaşması” olduğu vurgulanmış, güvenlik tehdidinde ikinci sırada ABD’nin Doğu Avrupa’daki füze kalkan projesi yer almıştı. Doktrin, bu girişimin barışı tehdit ettiğini savunuyor ve ayrıca, Rusya’nın nükleer silahların sadece kendisine yönelik bir saldırı durumunda da kullanabileceğini öngörüyordu.
Deniz Berktay’ın Moskova’dan gönderdiği, Rusya’nın yeni askeri doktriniyle ilgili bu haberde, dünyada savaş tehdidinin azalmasına karşın, “Rusya’nın güvenliğine yönelik tehditlerin arttığı” belirtilerek, bölgedeki bazı ülkelerin uluslararası hukuka aykırı faaliyetlerinin, bölge güvenliğine tehdit oluşturduğu” görüşüne yer veriliyordu.
“Uluslararası hukuka aykırılık” ve “bölge ülkeleri”, ilk sırada akla, Güney Osetya’nın Gürcistan tarafından işgaliyle bağlantılı olarak, Boğazlardan Karadenize geçen değişik büyüklük ve nitelikteki farklı ülkelerin savaş ve hastane gibi gemilerini ve Montrö Anlaşmasını getiriyor.
Cumhuriyet’in NATO ile ilgili haberini, 3 Şubatta, “Odierno Ankara’da, Mahmur masada” başlıklı haber izleyecekti.
Haber’in girişi şöyle: “ABD’nin Irak’taki güçlerinin komutanı General Odierno, İçişleri Bakanı Atalay’ın daveti üzerine Ankara’ya geldi. Odierno, “Terörle mücadelede geniş kapsamlı çözümler üzerine konuşmayı umut ediyoruz!” dedi. Görüşmelerde, Türkiye’nin kapatılmasını istediği Mahmur Kampı ele alınacak. Ankara ayrıca hafta sonu ABD Savunma Bakanı Gates’i konuk edecek. Gates’in gündeminde Irak ve Afganistan var.” (Cumhuriyet, 3 Şubat 2010.)
Raymond Odierno, 2 Temmuz 2003 günü, Süleymaniye’de Türk timinin kaldığı karargahı peşmergelerle birlikte basarak 11 Türk subay ve astsubayını, başlarına çuval geçirterek 60 saat süreyle tutuklayan Amerikan generalidir. Daha sonra, ABD’nin Irak’taki askeri güçlerin komutanlığına getirilmişti. Çuval olayı Türkiye’de, asker arasında ve halkta büyük tepkilere neden olmuş, siyasal iktidar, herhangi bir tepki göstermekten kaçınmıştı.
Türk yetkililerle ve Orgenaral İlker Başbuğ ile görüşmek üzere Ankara’ya gelen Odierno, “Türkiye ve Türk Genelkurmayı ile mevcut ilişkilerimizi daha ileri götürmek üzere kendisini davet etmiş olan İçişleri Bakanı Beşir Atalay’a” teşekkür edecek; ABD Ankara Büyükelçiliğinden yapılan açıklamasında da, Amerikalı komutan, “Terörizmle mücadelede birlikte çalışma taahhüdümüz devam etmektedir. Kongra Gel’in (KGK / PKK) Türk şehirlerine ve Türk halkına karşı gerçekleştirdiği terörist eylemleri şiddetle kınıyorum!” ifadesini kullanacaktı.
ABD Savunma Bakanı Robert Gates ise hafta sonunda Türkiye’ye gelmiş ve Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ile görüşmüştü.
Gates’e, gazeteciler çuval olayını da sordular. “Ben o tarihte Savunma Bakanı değildim. Odierno’nun unvanı ortada. Ona Başkan’ın (Obama’nın) da, benim de itimadımız tam” yanıtını verecekti Gates.
ABD Savunma Bakanı’nın bilgi verdiği konulardan biri de NATO kapsamındaki füze kalkanı sistemiyle ilgili radarların Türkiye’ye yerleştirilmesiydi. Gates, bu konuda sorulan soruyu, “Balistik füzelerin yaygınlaştırılması yüzünden ortaya konan füze savunma sistemi konusunda, Türkiye’nin NATO kapsamında neler yapabileceğini konuştuk. İki radarın Türkiye’ye yerleştirilmesi konusunu ele aldık!” biçiminde yanıtlayacaktı.
Amerikalı bir gazetecinin radar gemilerinin Karadeniz’de nasıl konuşlanacağına ilişkin sorusunu ise, Gates, “Bu konuda konuşmak istediğimden emin değilim” sözleriyle geçiştirecekti.
ABD’nin Irak’taki kuvvetlerinin komutanı Raymond Odierno’nun Türkiye’yi ziyaretinin açıklanan tek gündemi, Mahmur Kampı’nın kapatılmasıydı. “Mahmur Kampı” yerine, füze savunma sisteminin ön görüşmesi yapıldığı açıktı. Gene de, siyasal erkin yüzüne gözüne bulaştırdığı “Açılım”la ilgili konuların görüşülmemiş olmasını düşünmek olası mıydı? Şöyle de düşünülebilirdi: Odierno mu bizden bir şey istemek için Ankara’ya gelmişti, biz mi Odierno’yu ondan bir şey istemek için Ankara’ya davet etmiştik! Odierno’nun Ankara ziyareti ile, Gates’in Ankara ziyaretinin nedeni birbirinden ayrı konular mıydı, birbirini tamamlayan, birbiriyle eklemlenen ya da örtüşen konular mı gündemdeydi? Özellikle de, ABD’nin başından beri “alet” olarak kullandığı, “terör”ü savaşımına temel alan PKK’yı satmaya karşılık, sözde NATO kapsamında adı “kalkan” olarak dillendirilen, ama Doğu Avrupa’ya konuşlandırılmak istendiği için Rusya’nın yeni bir askeri doktrin oluşturmasına yol açan füzelerin, bu kez Türkiye’ye de yerleştirilmek istenilmesi, sıradan olaylar mıydı?
ABD, bu oyunu daha önce de Türkiye’nin başına sarmıştı. Daniele Ganser’in NATO’nun Gizli Orduları kitabından (s. 393) okuyalım:
“Türkiye, NATO’yla Varşova Paktı ülkeleri arasındaki toplam sınırın üçte birine korumalık ettiği için, Türk elitleri Birleşik Devletler askeri sanayisi için mükemmel bir müşteri haline geldi ve aynı zamanda milyarlarca dolarlık ABD yardımı aldı. Soğuk Savaş süresince Birleşik Devletler tarafından silahlandırılan Türkiye, Avrupa’daki en büyük, NATO’daki —ABD’den sonraki— ikinci büyük silahlı kuvvetleri kurdu. Birleşik Devletler 1961’de gözü kara bir kumar oynayarak, Türkiye’ye Sovyetler Birliği’ni hedef alan nükleer füzeler bile yerleştirdi. Sovyet lideri Nikita Kruşçev, bir yıl sonra gözü kara stratejiyi kopyalayıp Küba’ya Birleşik Devletler’i hedef alan füzeler yerleştirince, Küba Füze Krizi patlak verdi ve dünya nükleer savaşın eşiğine geldi. Başkan Kennedy, Kruşçev’in nükleer füzeleri Küba’dan çekmesi karşılığında, Jüpiter füzelerini Türkiye’den çekme sözü vererek krizi barışçıl yollardan çözdü.”
Bu bir trajediydi. Şimdi ise, bir komediyi yaşıyorduk. Dün iki dünya sistemini temsil eden devletler, ideolojik anlamda iki sistemin yörüngelerindeki daha küçük devletler (ya da coğrafyalar) üzerinden, birbirini vurmaya çalışıyordu. Ama bugün aynı ekonomik sistemde birleşen bu iki büyük devletten biri, ötekini, bu kez Türkiye üzerinden köşeye sıkıştırmaya hazırlanıyor. Dün bir uydu olarak, bugün ABD’nin küresel egemenliğinin aktörü olarak, Türkiye, iradesi sanki otomatiğe bağlanmış gibi nükleer bir patlamaya doğru sürükleniyor.
Oyunlar ve “füze kalkanı” oyunu, Gates’in dillendirdiği NATO kapsamında oynanıyor. Ama neden davulun tokmağını, NATO Genel Sekreteri değil de, ABD Savunma Bakanı Gates vuruyor. Ve niçin geçmişte Sovyetler, çağrı üzerine Afganistan’a inmeden altı ay önce Afgan “mücahitleri”ne her türlü yardımı yapan CIA’nın o zamanki başkanı Gates sürdürüyor görüşmeleri?
21 Ocak 1998 günlü Nouvel Observateur’de Brzezinski’yle yapılan bir konuşma yayınlanmıştı. Nouvel Observateur’in, “CIA’nın eski başkanı Robert Gates, anılarında, Amerikan gizli servislerinin, [Afganistan’ı] Sovyet işgalinden altı ay önce Afgan mücahitlerine yardım etmeye başladıklarını yazıyor. O dönemde siz Carter’in güvenlik danışmanı olarak bu olayda önemli bir rol üstlenmiştiniz. Gates’in iddialarını kabul ediyor musunuz?” sorusunu, Brzezinski, “Evet.” Diye yanıtlamıştı: “Resmi tarihe göre CIA’nın mücahitlere yardımı 1980 yılında, yani Sovyet ordusunun Afganistan’ı işgal ettiği 24 Aralık 1979 tarihinden sonra başladı. Ancak şimdiye kadar saklanan gerçek bambaşka. Carter, Sovyet yanlısı Kabil yönetiminin muhaliflerine ilk gizli yardım emrini 3 Temmuz 1979’da imzaladı. Aynı tarihte ben de Başbakana, bu yardımın Sovyetler’in Afganistan’a askeri bir müdahalede bulunmasına yol açacağını belirten bir yazı yazdım. —Biz Ruslar’ı müdahaleye zorlamadık, ancak onların müdahalesini bilinçli olarak güçlendirdik.— Bu gizli operasyon harika bir fikirdi. Amacı, Ruslar’ı Afgan tuzağına düşürmekti. — Sovyetlerin resmen Afgan sınırını geçtikleri gün, Carter’e özetle şunları yazdım: “Şimdi Sovyetler Birliği için bir Vietnam savaşı yaratma fırsatını yakaladık!” Gerçekten de Moskova, Sovyet rejimine ağır gelen bir savaşı, hemen hemen on yıl sürdürdü, öyle ki, önce moral çöküntüye uğradı, sonunda da Sovyet İmparatorluğu dağıldı.”
Bu satırları bir kez daha yazarken, kendi kendime sormak istedim: CIA’nın eski başkanı Robert Gates, füze kalkanı sistemiyle ilgili radarların Türkiye’ye yerleştirilmesi konusunu Türk Genelkurmayıyla görüşen ABD Savunma Bakanı Robert Gates değil miydi?
Şu soruyu da sordum kendime. Sovyetler Birliğini moral çöküntüye uğratan ve dağılmasına neden olan CIA’nın eski başkanı Gates miydi, yoksa geçenlerde TRT 1’de konuşan Ağca mıydı. Çünkü Ağca da CIA’nın güdülemesi ve “para”laması “ışığında”, Papa’yı vurmuş, suçu Sovyetlere yüklemiş, Sovyetler Birliği moral çöküntüye uğramış ve dağılmıştı. Başbakan Erdoğan’a sorulmuş ve Erdoğan, Ağca’nın devlet televizyonunda konuşturulmuş olmasını, “şimdi özgürlük var” sözleriyle yanıtlamamış mıydı? Bu, aynı zamanda, Erdoğan Anayasasının ruhunu da açıklıyordu. Ağır insanlık suçu işleyen katiller, katil değil, komünizme karşı savaş vermiş, dünya komünist sistemini yıkmış, Nazlı Ilıcak’ın sözleriyle “büyük vatansever” kahramanlardı. Onun için davul zurna eşliğinde cezaevinden alınmış beş yıldızlı otelde ağırlanmıştı!

9 (10) Aralık 2010, Ankara

8 Ocak 2011 Cumartesi

HİZBULLAH (İLİM GRUBU)

Muzaffer İlhan Erdost




(a)

Hizbullah'ın açılıp saçıldığı, gelişip genişlediği dönemlerde iki kez "başbakanlık" yapmış bulunan ANAP lideri Mesut Yılmaz, Van'da Hizbullah'ın saldırısı sonucu beş polisin yaşamlarını yitirdiği gün, "Örgütün bu kadar kök saldığı devletin bilgisi içinde değil!" diyordu. (Cumhuriyet, 15 Şubat 2000.) Bir başka deyişle, devlet, kendisi içinde bir başka "devlet"in oluştuğunu ve geliştiğini bilmediğini itiraf ediyordu.

Gene Hizbullah'ın güçlendiği ve genişlediği dönemin başbakanlarından Tansu Çiller, "Batman taburu" gündeme gelmeden önce, "Hizbullah konusunda kamu vicdanının soruları bulunduğunu" söyleyecekti: "Suçlu olan varsa, devletin içinde veya dışında, mutlaka üzerine gidilmeli ve ülkemizde aydınlanmamış bir tane dahi faili bilinmeyen cinayet bırakılmamalıdır." (Zaman, 27 Ocak 2000.)

21 Ocak (2000) günlü Sabah'ta "Devlet Hizbullah'a Göz mü Yumdu?" başlıklı haberde yazılanlara göre, 1990'lı yılların başlarında, dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin'i ziyaret eden bir gazeteci, "Hüseyin Velioğlu'nun aranıp aranmadığını" sormuş, Bakan da, gazeteciye "O da kim?" demişti. Velioğlu'nun Hizbullah'ın lideri olduğunu öğrenen Bakan Sezgin, gazeteciye yanıtını birkaç saat sonra telefonla iletecektir: "O soruyu ne sen sormuş ol, ne de ben duymuş olayım." (Sabah, 21 Ocak 2000.)

1992'den Nisan 1993'e kadar Başbakan ve ardından da Cumhurbaşkanı olan Demirel, Hürriyet'in söylemiyle, "tüyler ürperten cinayetler"i Emniyetin operasyonları ile ortaya çıkan ve enaz binbeşyüz kişiyi öldürdüğü söylenen Hizbullah konusunda, "Hizbullah madem biliniyordu, niye bugün düğmeye basıldı?" değerlendirmelerine yanıt olarak şöyle diyecekti: "Devlet ancak meşruiyet içinde iş görür. Birtakım adamlardan şüphelenerek devlet insanların yakasına yapıştığı takdirde hukuk devleti olmaz o. Devlet meşruiyetin dışına çıkamaz, kanunları icra eder." (Hürriyet, 21 Ocak 2000.)

Demirel, üç gün sonra, deprem bölgesi ziyareti sırasında uçakta gazetecilerin sorularını yanıtlayacak ve Hizbullah'ın "Marksist, dinsiz ve terörist bir hareket" olan ve "Güneydoğu'da halkı rahatsız etmiş" bulunan PKK'ya karşı "halkın kendisini korumaya yönelmiş bir hareket" olduğunu, "halkın kendisinden çıkarttığı gibi bir hareket" olarak doğduğunu söyleyecekti. Ama bu hareket, daha sonra "terörist, ayrılıkçı ve dinci bir hareket"e dönüşmüştü. Cumhurbaşkanı Demirel şunları da ekleyecekti: "İsmi üzerinde, bu Hizbullah vahşetidir. Daha önce de söyledim. Bu enteresan bir olaydır. Bilinmeyen bir olay değildir. Bilinmeyen bir olay değil derken, bu kadar cinayet işlenmiş, böylesi bilinmiyordu. Cinayetler fevkalade gizlilik içinde işlenmiştir." (Sabah, 24 Ocak 2000.) "Başlangıçta Hizbullah'ın devlet tarafından himaye edildiği" iddialarına ilişkin bir soruyu yanıtlarken de, Demirel, "Mantığı yok" diyecek ve yıllardır söylediklerini, Hizbullah için de yineleyecekti: "Devlet hangi sebeple olursa olsun kanunsuz hareketleri himaye etmez, etmemiştir. Devlet cinayet işlemez, işletmez. Eğer devletin gücü kullanılarak veya devletin adamları kullanılarak himaye yapılmışsa bu suçtur. Kim yaparsa yakasına yapışırız. Devlet her şeyi meşruiyet içersinde yapar. Devlet güç kullanırken dahi meşru güç kullanır. Meşru güç kullanır, meşru şekilde kullanır. Meşru olmayan güçleri kullanamaz." (Sabah, 24 Ocak 2000.)

TBMM Anayasa-Adalet Karma Komisyonunda, Susurluk dosyaları nedeniyle dokunulmazlığının kaldırılmasının istenmesi üzerine savunma yapan Mehmet Ağar, komisyon üyelerinin, görev yaptığı döneme ilişkin olarak "Güvenlik güçleri PKK ile mücadele ederken Hizbullah örgütünden de yararlandı mı?" sorusunu, "Hayır" diye yanıtlayacak, "devletin Hizbullah örgütüyle mücadele ettiğini, yakaladığını, üzerine gittiğini" söyleyecekti. Ağar, Hizbullah'a duyulan "sempati"nin, "bazı polis memuru, astsubay, hatta subay düzeyinde" bir görevlinin "PKK'li teröriste bir bardak su verirken, Hizbullahçıya iki bardak su vermek"le sınırlı olduğunu ileri sürecekti. (Hürriyet, 28 Ocak 2000.)

"Batman'da yaşayan bir yerel siyasetçi", Can Dündar'a, Batman'da, son altı yılda (1993-1999), 360 faili meçhul cinayet işlendiğini söylüyor ve ekliyordu: "Güpegündüz ... Şehir merkezinde ... Herkesin içinde ... Ense köklerinden kurşunlandı insanlar..." (Can Dündar, "Batman'dan bir çığlık", Sabah, 16 Şubat 2000.)
"Salı, saat 14.00" diye yazıyor Yavuz Donat, "TBMM lokantasındayız. Masada Maliye Bakanı Sümer Oral, Sinop Milletvekili Yaşar Topçu, Siirt Milletvekili Nizamettin Sevgili var. Ve bir de "partililer". Çoğu "Güneydoğulu". Güneydoğulu bir il başkanına sorduk: "Bu Hizbullah işi... Yeni mi çıktı?" Yanıt: "Yeni olur mu?.. Herkes biliyordu... Bunların "işareti" vardır... Yani "alameti farikası". Adamı ensesinden vururlar... Tek kurşunla. Herkes bilir ki, Hizbullahın işi."

Meclis lokantasından ayrılan Donat, Meclis koridorunda, "Güneydoğulu, 63 yıldır yayınlanan bir gazetenin sahibiyle karşılaşıyor. Geçen yıl Basın Yayın Genel Müdürlüğünden "Cumhuriyet Ödülü" alan Siirt Gazetesinin sahibi Metin Arıtürk'e "Nedir bu Hizbullah'ın işi?" diye soruyor. Arıtürk, "Yavuz begimiz" diyor acı acı gülerek, "Sankim bilmersiz... Ha vallah, herkesin haberi vardı... Habersiz, bu kadar işi yapmak kimin haddine?" (Yavuz Donat, "Hizbullah", Sabah, 26 Ocak 2000.)

Her kafadan bir ses çıktığını ekleyen Donat, "Galiba her şey yalan" diye yazıyor ve yalnız "masada söylenenler" ile "gazete sahibinin söyledikleri" doğru diye bitiriyor yazısını.

 Mesut Yılmaz, "Hizbullah'ın vahşi eylemlerini devlet içinden ve dış ülkelerden destek almadan gerçekleştirmesinin mümkün olmadığını" belirterek "Devletin içinde bazı hainlerle işbirliği yapmayan, onlardan destek almayan, dış devletlerin lojistik, finansman, istihbarat desteğine sahip olmayan bir örgütün, şu Hizbullah örgütünün ortaya çıkarılan marifetlerini yapabilmesi mümkün değildir." diyordu. Koalisyon ortağı ANAP lideri Mesut Yılmaz son onbeş yılın soruşturulmasını istiyordu: "Hainlerin ortaya çıkarılması için geriye giderek son 15 yıl soruşturulsun. Benim dönemim de dahil geriye gidip, 10 sene, 15 sene, kim ne yapmışsa, devlet adına bu işe karışmışsa, ortaya çıkarılması lazımdır." (Sabah, 26 Ocak 2000.)

Cumhuriyet'te "Hizbullah'ta İç Hesaplaşma" başlığıyla yayınlanan habere göre, Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan, son iki yılda (1998 ve 1999) Hizbullah'a yönelik operasyonlarda, 1.350 Hizbullahçının gözaltına alındığını, geçmiş dönemlere ait olan, ancak 1999 yılında aydınlatılan toplam 74 faili meçhul olay bulunduğunu söylemişti. Okkan'ın verdiği bilgiye göre, aydınlatılan faili meçhul 74 olaydan 45'ini Hizbullah, 29'unu ise PKK gerçekleştirmişti. (Cumhuriyet, 15 Ocak 2000.)

Bu haberin yayınlandığı günün ertesinde, 17 Ocakta İstanbul'da bazı işadamlarının kaybolmasıyla ilgili araştırmalarını yoğunlaştıran İstanbul Emniyet Müdürlüğüne bağlı İstihbarat Şube Müdürlüğü ekipleri, Beykoz-Kavacık'taki lüks bir villaya baskına hazırlandığı sırada evdeki iki kişinin silahlı direnişiyle karşılaşmış ve çatışma başlamıştı. Saat 15.00'te başlayan ve dört saat süren çatışmada, içerden ateş açanlardan bir kişi öldürülmüş, iki kişi de teslim olmuştu.

Polis, İstanbul'da son bir ay içersinde kaybolan Zehra Vakfı yöneticileri ile bazı işadamlarının arka arkaya ortadan kaybolması üzerine Hizbullah örgütünü yakın takibe almıştı. Ağustos 1999'dan çatışma gününe değin İstanbul'da onbir kişi ortadan kaybolmuştu. Kaybolanlar genellikle iş adamıydı, bir kısmı nur çevresindendi ve hemen hepsi Kürt kökenliydi. Çatışma sonunda, öldürülenin Hizbullahın İlim kanadının lideri Hüseyin Velioğlu, polise teslim olan iki kişiden Cemal Tutar'ın örgütün askeri kanat sorumlusu, Edip Gümüş'ün de askeri-siyasi sorumlusu olduğu öğrenilecekti. Dolayısıyla İlimciler kanadının 8 kişilik beyin takımından 3'ü etkisizleştirilmişti. Kayıp iş adamlarının izine rastlanmamıştı. Ama, bu villada, 15 Temmuz 1998'de Mersin'de evinin önünde eşi Orhan Kuriş'in yanından kaçırılan islamcı feminist yazar Konca Kuriş'in kimliği ile Bursa'da Nesim Malki cinayetinin tetikçisi olarak aranırken kaybolan Mehmet Sümbül'ün Hizbullahçılar tarafından sorgulanışının kaydedildiği video bandı, kaçırılan islamcı işadamlarının kredi kartları, ehliyet ve kimlikleri bulunmuştu.
Beykoz'daki villada ele geçirilen örgütün askeri kanat sorumlusu Edip Gümüş'ün ifadeleri doğrultusunda, 18/19 gecesi, polis, Üsküdar'da Çengelköy sırtlarında, çıkmaz sokaktaki tek katlı gecekonduya saat üç sıralarında operasyon düzenlemiş, sabah saat 10.30'da Hizbullah militanlarının öldürdükleri cesetler bulunmuştu.

"Güvenlik güçleri eve girdiklerinde evin bodrum katındaki kömürlükte, üzerlerine beton dökülmüş 7'si gömülü, 2'si odalarda 9 ceset bulundu. (...) Aramalarını sürdüren güvenlik güçleri, evin giriş kısmında yaptıkları kazıda bir ceset daha buldu. Böylece ceset sayısı 10'a ulaştı. ... Kurbanların tamamen çıplak, elleri göğüs hizasında ve ayakları iple bağlandıktan sonra yine iple boğularak öldürüldükleri anlaşıldı. Üzerleri toprak ve taşla örtülü olarak bulunan ve çürüyen cesetlerin, boyunlarında hala iplerin bulunduğu belirtildi. Cesetlerden birinin kafatasında beton çivisi bulunduğu, bazı cesetlerin de kol ve bacaklarının kırıldığı ve kesildiği, bu şekilde ölen kişilerin işkenceye maruz kaldıkları öğrenildi." (Cumhuriyet, 20 Ocak 2000.)

Basının "sondan başa doğru" olarak nitelediği, "son" aşamanın "ceset"lerle ilgili haber başlıkları şöyle:

21 Ocak 2000, Radikal: "Başkentte üç ceset." Cumhuriyet: "Kömürlükte üç ceset."

22 Ocak 2000, Cumhuriyet: Konya'da toplu mezar bulundu. Tripleks bir villanın bodrumundan biri kadın 4 ceset çıkarıldı. Kadın cesedin Konca Kuriş'e ait olduğu sanılıyor.

23 Ocak 2000, Radikal: "Konya'da yeni bir toplu mezar çıktı. Hizbullahçıların gösterdiği bir evde sekiz ceset daha bulundu. Dört günde ortaya çıkarılan ceset sayısı 25'e ulaştı." Cumhuriyet: Ceset teşhis edildi. Kuriş'e 38 gün işkence."

24 Ocak 2000, Hürriyet: "6 ceset de Tarsus'tan."

25 Ocak 2000, Radikal: "33. ceset de bulundu. Dün Tarsus'taki yedinci ceset çıkarıldı. Adana'da İbrahim Gümüş'ün cesedi bulundu."

29 Ocak 2000, Radikal: "Villa mezar"dan 7 ceset. Hizbullah'a yönelik operasyonlarda Üsküdar'da bir evde çıkarılan 10 cesedin ardından dün de Kartal'daki villa bahçesinde yedi ceset bulundu. Mezarevlerden çıkan ceset sayısı 40 oldu. Cumhuriyet: Cesetlerden birinin Zehra Eğitim ve Kültür Vakfı Başkanı İzzettin Yıldırım olduğu anlaşıldı.

30 Ocak 2000, Cumhuriyet: Hizbullah'ın Kartal'da gömdüğü ceset sayısı 9'a yükseldi.

31 Ocak 2000, Radikal: Diyarbakır'daki Hizbullah evlerinden altı ceset çıktı. Cumhuriyet: Mardinkuyu şeridinde bir evde yapılan aramada 4 ceset bulundu. Bu evin yakınındaki başka bir evde ise 2 ceset daha ortaya çıkarıldı.

1 Şubat 2000, Radikal: 15 günün bilançosu: Örgütün kaçırılıp öldürülerek gömdüğü 51 ceset bulundu; 22'sinin kimliği saptandı.

4 Şubat 2000, Cumhuriyet: Diyarbakır'da 1 ceset daha bulundu. Operasyonlarda çıkan cesetlerden 2'sinin kimliği belirlendi. Radikal: Bugüne kadar 58 Hizbullah kurbanından 26'sı teşhis edildi.

15 Şubat 2000, Cumhuriyet: Van'da üç ayrı hücre evine yapılan baskınlarda 5 terörist öldürüldü. Hizbullah beş polisi şehit etti.

17 Şubat 2001, Radikal: Van'da da ceset çıktı. Hizbullah kurbanlarının sayısı 80'e yükseldi.

(b)

Akdeniz askeri kanat sorumlusu Mehmet Emin Ekici, Rus yapımı takarov ya da makarov tabancalarla Batman ve Diyarbakır'da çok sayıda cinayet işlediklerini, daha önceden hedef olarak belirlenen kurbana arkadan yaklaşarak ensesine bir el kurşun sıktıklarını söylüyordu. Takarovla tek kurşun imzalarıydı. Tetiği çekmeden önce "Allahuekber" diye bağrılıyor, bunun dışında cinayeti üstlenecek bir bildiri ya da imza bırakmıyorlardı. ("Takarov'la tek kurşun imzamızdı", Hürriyet, 25 Ocak 2000.)

Serdar Canipek, Sabah'ta yayınlanan haber-yazısında, "Vahşet Yöntemleri"ni şöyle açıklıyordu: Takarov ve makarov marka silahlar örgütün üst düzey 8 yöneticisinin yakalanmasına yol açınca, balistik inceleme sıkıntısı bulunmayan "satır" kullanılmaya başlanmıştı. Henüz 13-14 yaşlarında Kuran Kurslarına alınarak eğitilmeye başlanan ve iki yıl içinde sokağa salınan çocuklar, enselerinden ceketlerinin içine soktukları satırları, uyarılacak kişiye "ters" indirip yaralıyor, öldürülecek kişiyi ise enseden biçerek infaz ediyordu. Kaçırılan kadınların göğüsleri ve cinsel organları satırla parçalanıyordu. Batman'da ramazan ayında sigara içtiği için Ali Yıldız'ın sağ eli satırla kesilmişti. Üsküdar ve Ankara'da yeraltı mezarlıklarından çıkarılan cesetler de satırla parçalanmıştı. (Sabah, 22 Ocak 2000.)

"Vahşet Yöntemleri" arasında "kafatasına çivi çakma", "tırnak sökme", "tırnakların altına iğne batırma", "elektro-şok aletiyle (difibilatör) işkence" de vardı.

Haber/yazı şöyle devam ediyordu:

"Hizbullah, öldürmeye karar verdiği kurbanları ya satırla boğazlarını keserek, ya da boğarak katlediyordu. Yeraltı mezarlıklarında domuzbağıyla boğulan işadamlarının cesetleri de bunun göstergesiydi. İstanbul'daki kurbanlarını iple bağlayan Hizbullah, Ankara'dakileri zincirle bağlamış, asma kilitlerle sabitlemişti."
"Bu işkence ve öldürme yöntemlerinin en korku verenin dehlizlerde ölüme terkedilmek" olduğu vurgulanan haber/yazı şöyle sona eriyordu: "Kurbanlar, bu dehlizlerde bileklerinden zincirleniyor. Biraz ekmek ve suyla beslenerek günbegün ölüme yaklaşmaları seyrediliyordu. Bu dehlizlerde, açlıktan, soğuktan, vücutlarını kemiren fareler yüzünden ölen Hizbullah kurbanlarının acısı aylarca sürüyordu." (Sabah, 22 Ocak 2000.)
"Domuzbağı"nın çizimsel resmi ile "çırılçıplak soyduktan sonra 'domuzbağı' ile öldürülen" ve bir yeraltı mezarından çıkarılan bir işadamına ait cesedin fotoğrafı, 20 Ocak (2000) günlü Sabah'ın birinci sayfasında yayınlandı. Gene Sabah'ta (23 Ocak 2000) yayınlanan bir başka habere göre, Hizbullah'ın rehinelere kullandığı "domuzbağı" yöntemini İran'daki kamplardan öğrendikleri yazılıyordu. Bu yöntemi tarihte uygulayan tek ırk İranlılardı (Persler). "İlkönce kurbanının boynuna ip bağlanıyor. Ardından ipin ucu bedenin ön kısmından sarkıtılıp bacaklarının arasından geçiriliyor, ip çekilince bu insanın başı, bacaklarının arasına sıkıştırılmış oluyor. İp daha sonra arka tarafa alınan ellere bağlanıyor. Eller bağlanınca sıra ayaklara geliyor. Oldukça uzun tutulan bu iple ayaklar da bağlanıyor. Ardından dizler kırılıp yukarı doğru itiliyor. İp, bu şekilde üçe katlanan vücudun çevresinde dolanıyor. Beden top gibi bir hale getiriliyor. Kurbanın kasları yavaş yavaş gevşedikçe ipler sıkıştırılıyor ve yavaş yavaş ölüm daha çok acı veriyor."

Hizbullah'ın Üsküdar'daki evinde bulunan 10 ceset işkence yöntemleri ve öldürme biçimlerini açıklayacak özellikteydi:

"Kurbanlardan birine önce işkence edildi. Daha sonra kafasına beton çivisi çakıldı. Bazı kurbanların el ve ayakları kesildi. Bazılarının ise el ve ayakları feci şekilde kırıldı. Bazıları boyunları, elleri ve ayakları bağlanıp çuvala konuldu ve diri diri gömüldü. Bazıları boynuna geçirilen iple boğuldu. Bu kurbanlar daha sonra şu işlemlerden geçti: İp aşağı çekilip başı bacaklarının arasına sıkıştırıldı, elleri ve ayakları bağlandı. Dizler kırılıp yukarı itildi, bu şekilde üçe katlanan vücut top haline getirildi, bir çukura atıldı, üstü betonla kaplandı." (Sabah, 20 Ocak 2000.)

Hizbullah terör örgütünün sorgucusu Mehmet Arıca, iki kişinin işkence sırasında öldüğünü itiraf ederek,"üzerlerine yanan naylon damlatıyorduk" diyordu. (Sabah, 23 Ocak 2000.)

Cumhuriyet'te yayınlanan bir başka habere göre, Etimesgut'ta cesetleri kömürlükte bulunan üç kişiyi örgüt militanlarının önce sorguladığı, işkence yaptığı, el ve ayaklarını bağladıktan sonra aynı iple boyunlarından da düğümlediği, çuvala koyduktan sonra "diri diri gömdüğü" belirlenmişti. (Cumhuriyet, 22 Ocak 2000.) 19 öldürme ve 5 yaralama olayının faili olarak Diyarbakır DGM'de yargılanan ve Hizbullah'ın "ölüm makinesi" olarak bilinen Yasin kod adlı Lezgin Cangir, ilk eylemini, üst düzey sorumluların talimatı ile 23 Temmuz 1992'de Seyfettin Özdemir'i öldürerek gerçekleştirmişti. 1992'de 13 yaşındayken Batman'da Karşıyaka Camiinde örgüt mensuplarının telkini ile Hizbullah'a dahil olan Cangir, ilk cinayetini aynı yıl işlemiş, yakalandığı 1998 yılına kadar, altı yıl içinde 19 kişiyi öldürmüştü. (Sabah, 22 Ocak 2000.)

Hizbullah'ın "sorgucu"larından "Sami" kod adlı tıp fakültesi öğrencisi Mehmet Arıca, Diyarbakır TEM şubesinde, "sorgu ve infaz birimiyle" ilgili şunları anlatıyordu: "Örgüt elemanları tarafından yakalanarak Çınar ilçesi Pembeören köyüne götürülen iki şahsı ben sorguladım. Sorguda daha önceden hazırlanan sorular soruluyor, cevaplar alınıyordu. ... Daha sonra bu şahıslar infaz birimindekilere teslim ediliyordu. Bunların akibetlerini bilmiyorum. Aziz Başak, Musa ve Nurettin Güneş adlı örgüt mensuplarını yine aynı köyde sorguladık. Akibetleri konusunda bilgi sahibi değilim. Şaban Komaş adlı bir örgüt elemanını tanıyorum. Örgüt onu bir eve götürdü. Bu şahıs kaçırıldığını daha sonra anladı. Kaçmaya çalışırken iple boğularak öldürüldü." (Cumhuriyet, 21 Ocak 2000.)

 İstanbul'da inşaatlarda çalışan Kemal Bahtiyar, gittiği Yolçatı (Silvan) köyünde Hizbullahçılar tarafından kaçırılışını Diyarbakır DGM Başsavcılığına verdiği ifadede şöyle anlatacaktır: "Hayvan almak için köye girer girmez, daha ne olduğunu anlamadan üstüme atlayıp beni dövmeye başladılar. Gözlerim kapatıldı. Yeraltına her tarafı toprak olan bir sığınağa indirildim. 30 kadar insan vardı bu sığınakta. Hepimiz zincire vurulmuştuk. Altı aydan beri bu sığınakta zincire vurulmuş olarak bekleyen insanlarla konuştum. Tuvalet ihtiyacımızı da zincire vurulduğumuz yerlerde karşılıyorduk. Her taraf pislik içindeydi. Fareler, nemli elbiselerimizle bedenimizin çeşitli yerlerini kemiriyorlardı. Üç ay boyunca, günde bir kez verilen yarım somun ekmekle yaşayabiliyorduk. Sorgular ahret sorusu gibiydi. Sorduklarını bir türlü anlayamıyordum. Eziyet ve işkenceye dayanamayıp ölenleri, olduğu yerde öylece bırakıyorlardı. Sonunda jandarma gelip bizi kurtardı." (Cumhuriyet, 21 Ocak 2000.)

TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonuna (27 Temmuz 1993 günü) bilgi veren Batman Emniyet Müdürü ve Batman Vali Yardımcısı, Batman'ın Gercüş ilçesine bağlı Seki, Gönüllü ve Çiçekli köylerinde Hizbullah kampları bulunduğunu, bu kamplarda Hizbullah mensuplarının siyasi ve askeri olarak eğitildiğini söylemişlerdi. Mehmet Faraç, Cumhuriyet'te yayınlanan dizi yazısında kamp bulunduğu belirtilen Seki, Çiçekli ve Gönüllü köylerinin Hizbullah lideri Velioğlu ile Ankara'da yakalanan örgüt yöneticisi Mahmut Demir ve örgütün yeni lideri olduğu belirtilen İsa Altsoy'un köyleri olduğunu belirterek "bu köylerde cumartesi günü çok sayıda sığınak bulunduğu unutulmamalı" diye yazıyordu. (Mehmet Faraç, "Hizbullah'ın Kanlı Yolculuğu, 6, Cumhuriyet, 24 Ocak 2000, pazartesi.)

(c)

Hizbullah itirafçılarının verdiği bilgiler doğrultusunda, Mart 1999'da örgütün ana karargahına ulaşılmış, bilgisayar disketleri ile 100 bin sayfalık ana arşiv ele geçirilmişti. Mardin'deki "ana karargah"taki sığınakta ele geçirilen belgeler arasında örgütün "sığınak" yapma yöntemi ve kuralları da vardı. Eski sığınakların yanısıra, ortaya çıkan yeni sığınakların Türkiye coğrafyasına dağılımı, Hizbullah'ın "cihat" hazırlığının ve stratejisinin ipuçlarını vermesi bakımından da önem taşıyordu.

Mardin'deki ana karargahta ele geçirilen belgelerde yer alan "sığınak ve sığınak yapımında çalışanların uyması gereken kurallar" başlıklı bölümde şu bilgiler sıralanıyordu: (1) Mevcut olan sığınakların raporları yazılacak. (2) Sığınakları kim biliyor, kim yapmış, kimler nasıl davranmışlar belirlenecek. (3) Sığınakların kapıları, havalandırmaları kontrol edilecek, müdahale edilmesi gerekenlere müdahale edilecek. (4) Yeni yerlerin tespiti çalışmaları yapılacak, bunlar: a) şehir içinde, b) köyde, c) arazide. (5) Sığınak yapımında bir ekip oluşturulacak, bir ekip bir sığınak içinde gerekli tüm işleri yapabilecek nitelikte olacak. (6) Yapılan sığınağın başlangıç ve bitiş raporu yazılacak. (Kim biliyor, kim çalışmış, malzeme getirme şekli, kim temin ediyor, hafriyatı nasıl kamufle edilmiş gibi.) (7) Sığınaklarda çalışanların mutlaka sığınak yaptıkları yerde halka karşı mantıklı bir kılıfı olacak, kamufle edilecek. (8) Dikkat çekilmeden hareket edilecek, normal işlerine ve günlük çalışmalarına devam edilecek. (9) Örgütün diğer üyeleri ile sıkı fıkı olmayacak. (10) Yanlarında sığınak ve yapılardan bahsedilse bile onlar sığınak konularından kesinlikle bahsetmeyecekler. (11) Her sığınağın mutlaka sorumlusu olacak. (12) Sığınak içerisine kaç kişi konulacak, içeride nasıl duracaklar, bütün bunlar belli bir program dahilinde yapılacak. (13) Suçluların sığınak içerisine alınmadan önce mutlaka üst aramaları yapılacak, üzerlerinde kesici, delici ve dışarıya ses aktarıcı cihaz vb. maddelerin olmamasına özen gösterilecek. (14) Sığınaklarda tutuklu olarak bulunan şahısların birbirlerini tanımalarına kesinlikle müsaade edilmeyecek. (15) Yakın tarihte bırakılacaklar ile uzun süreli kalması uygun görülen esirler kesinlikle aynı sığınaklara bırakılmayacak. (16) Sığınak yapımında çalıştırılanlar başka bir il veya ilçeden getirilecek, sığınağa yakın bir yerde gözleri bağlanacak, sığınak yapımı bittikten sonra da tekrar gözleri bağlı vaziyette sığınak yerinden uzaklaştırılacak." (Cumhuriyet, 25 Ocak 2000.)

Eğer sığınak ortaya çıkarsa, o sığınağı yapan kişiler sorguya çekiliyor, sorumlu görülenler olursa öldürülüyordu. (Hürriyet, 26 Ocak 2000.)

(d)

Hizbullah'ın "hem askeri kanat eğitiminde, hem de bu kanadın batıdaki faaliyetlerinde, gizlenme, sorgulama ve infaz eylemleri" amacıyla bu sığınaklar yapılmaktaydı. Mehmet Faraç'a göre, örgüt 1998 yılından bu yana, bölgedeki operasyonlardan da etkilenerek "Hicret" hareketini, yani "batıya açılma çalışmalarını" hızlandırmıştı. Cumhuriyet'in haber/yazısında yer alan "İlimciler askeri kanadı Hicret Yolu"nu gösteren harita irdelendiğinde, "Hicret yolu"nun "cihat" amacına göre belirlenmiş olduğunu düşünmek de gerekirdi. Başlangıçta PKK'ya ve siyasal, ekonomik ve toplumsal yönden PKK'nın yerleşmesine ortam oluşturan, gelişmesine destek veren kişi ve kuruluşlara yönelik cinayetlerle noktalanan etkinlikler, bir yandan kendi içindeki çatışmalarla ve kendisiyle karşıtlaşan dinsel kişi ve cemaatlere yönelik saldırılarla yumaklanmış bulunan Hizbullah'ın "Güneydoğu cihat bölgesi"nden (Diyarbakır'dan), "Türkiye cihat bölgesine" doğru "hicret"i, "cihat"ın bir bütün olarak Türkiye Cumhuriyetine yönelik bir genişleme stratejisi olduğunu da duyumsatıyordu: Batman ve Diyarbakır, Hizbullah'ın doğduğu ve güçlendiği bu iki il, aynı zamanda Hizbullah'ın merkezi olarak gösteriliyordu. Hizbullah'ın eylemlerinin yoğunlaştığı ve "Hizbullah yanlılarına mal edinilen" 267 faili meçhul cinayet ile Hizbullah yanlısı olarak bilinen 93 kişinin kimlikleri belirsiz kişilerce öldürüldüğü 1992 yılında (1992 Türkiye İnsan Hakları Raporu, s. 65-72) olayların Güneydoğu'da ve Batman ile Diyarbakır merkezli olması da, bu iki ili Hizbullah'ın merkez olarak seçtiğini kanıtlıyordu. Bunun yanısıra, Hizbullah'ın "ana karargahı" gene TİHV (1992) raporu irdelendiğinde, Hizbullah'a yönelik eylemlerin ve Hizbullah'ın eylemlerinin il merkezi olarak adı hemen hemen hiç geçmeyen Mardin'de bulunmuş olması, Güneydoğu'daki merkezin Batman, Diyarbakır ve Mardin üçgeni üzerine oturtulmuş olduğunu düşündürüyordu; Mardin'in "ana karargah" olması gibi, Diyarbakır da, "Güneydoğu cihat bölgesi" olarak belirlenmişti. Bu, bir bakıma, 26 Haziran 1994'te, Diyarbakır DGM'de görülecek olan 35 sanıklı Hizbullah davası dolayısıyla hazırlanan "iddianame"de belirtildiği üzere, Hizbullah'ın "islami esaslara dayalı İran islam devletini model alan bir Kürt devleti kurmak amacıyla" örtüştüğü gibi, İçişleri Bakanı Tantan'ın "vahşeti anlattı"ğı açıklamasında, "Hizbullah'ın hedefi"nin, Türkiye'yi Afganistan'a çevirmek olduğunu da düşündürüyordu. 1998 yılından bu yana hızlanan "Batıya açılma çalışmaları" ise, "dini esaslara dayalı bir Kürt devleti"nden, bir bütün olarak Türkiye'yi kucaklayacak, kendi deyimiyle,"Türkiye islam cumhuriyeti" hedefi doğrultusunda bir "hicret" gerçekleştirildiğini düşündürecek özellikteydi.

"Hicret yolu"nu haritadan izleyelim: "Hicret yolu", "merkez" Batman'dan ve "Güneydoğu cihat bölgesi" "merkez"i Diyarbakır'dan, "geçiş yeri" Şanlı Urfa'ya, "ileri karakol" Gaziantep'e ve "kadrolaşma" uğrağı Adana ve gene "kadrolaşma" uğrağı Mersin'e ve oradan, sığınak ve hücrelerin bulunduğu, bir başka deyişle, gizlenme, sorgulama ve infaz eylemlerinin gerçekleştirildiği Konya'ya, Konya'dan "Merkezi Yapılanma"nın gerçekleştirileceği Ankara'ya geliyor. "Hicret", Ankara'dan, "çıkış yolu" Bolu'ya, Bolu'dan "barınma bölgesi" Bursa'ya ve Bursa'dan "Türkiye cihat bölgesi" İstanbul'a ulanıyor.

"Bölge dışında, büyük illerde faaliyet gösterecek askeri kanat elemanlarının illerde yerleşme ve faaliyet kuralları"ndan, Hizbullah'ın "hicret"inin amacının, doğudan batıya, Türkiye geneline yayılma ve yapılanma olduğu da anlaşılacaktı. Bu kurallara göre; (1) Askeri faaliyetlerde bulunan şahıslar Batıya, yani Ankara, İstanbul, İzmir, Konya vb. yerlere organizeli olarak yerleştirilecek; (2) Bu faaliyetler çok gizli yapılacak, aynı ekipte hangi evli ve bekar şahısların bulunacağı önceden belirlenecek; (3) Aynı ekipte bulunacak örgüt mensupları daha önceden birbirini tanıyan kişiler olacak; (4) Hiçbir ekip diğer ekibin nereye yerleştiğini bilmeyecek; (5) Ekipler, böyle bir uygulamanın kendileri dışında da yapıldığını bilmeyecek ve hissetmeyecek; (6) Diğer illerde yerleşen ekiplerden sorumlu bir şahıs olacak; (7) Sorumlu şahıslar ekipler için zemin hazırlayacak, giden ekipler kendi ihtiyaçlarını kendileri sağlayacak; (8) Sorumlular, ekiplerini 15 günde bir kontrol edecek, raporlarını alacaklar; (9) Diğer illerde yerleşen ekipler sade vatandaş görünümünde olacaklar, şehri tanıyacaklar, kendi aralarında programları olacak. (Cumhuriyet, 25 Ocak 2000.)

"Askeri kanat 'Hicret' yolu"na göre, "Güneydoğu cihat bölgesi" doğuda Diyarbakır, "Türkiye cihat bölgesi" batıda İstanbul ve ikisinin ortasında Ankara, örgütün merkezi yapılanma yeri olarak belirlenmişti. Hizbullah'ın bir "genel başkanı", kendi söylemleriyle "emir"i var. "Dini liderleri", kendi söylemleriyle "ulema" ile "yönetim kurulu" kendi söylemleriyle "şura", "emir"e bağlı. Ulema (dini önderlik), "tebliğ" ve "içtimai" kanattan; şura, "istihbarat" ve "askeri kanat"tan oluşuyor. "Tetikçiler" ve "satırcılar" istihbarata, "sorgu timi" ve "infaz timi" askeri kanada bağlı. Hücre esasına göre çalışıyor Hizbullah. İl grupları 1-3 kişilik hücrelerden, eylem timleri ise 2-6 kişiden oluşuyor. Örgütlenme şeması ile "hicret" tablosuna bakıldığında, lider kadronun (emir ve şuranın) "merkezi yapılanma" yeri olarak belirlenen Ankara'ya "hicret"i de bir varsayım olarak düşünülmek gerekiyor.

Abdülsamet Yıldız, ayrıca örgüt üyesi olarak yetiştirmesi için kendisine altı öğrenci bağlandığını, bunlara dini ve siyasi eğitim verdiğini söyleyecekti. (Ünsal Ergil, "Devleti takip ediyorduk", Sabah, 23 Ocak 2000.)

Radikal'in haberine göre, Yıldız, örgütün Ankara bağlantılarını, Hüseyin Velioğlu ile birlikte kurmuş, birbirleri arasındaki iletişimi, telefonu güvenli bulmadıkları için, internette mektuplaşarak sağlamışlardı. Yıldız, ayrıca, Başbakanlığın krokisini çıkarmıştı. (Radikal, 2 Şubat 2000.)

Ecevit, Hizbullah'a yönelik operasyonun kamu kesiminde sürüp sürmeyeceği sorusuna, "Büyük bir olasılıkla başka bazı devlet kuruluşlarına da Hizbullah sızmış olabilir. Soruşturma ilerledikçe tabii bunlar ortaya çıkacaktır." yanıtını verecekti. (Cumhuriyet, 23 Ocak 2000.)

Mehmet Faraç'ın haberine göre, "Hizbullah, liderini kaybetmeseydi İstanbul'u şeriatçı örgütün üssü haline getirmeyi planlıyordu. Hizbullah'ı bu hedefe yönelten süreç, örgütün Mardin'deki sığınağında 1995'te başlatılmıştı. (...) Abdülaziz Tunç'un itiraflarına göre, Velioğlu, Güneydoğu'daki kuryelerden gelen bilgileri bilgisayara yükletiyor, örgütün batıya açılma çalışmalarına da burada yön veriyordu."

Faraç'ın haberi şöyle devam ediyor: "Güvenlik birimleri ve örgüte yakın kaynaklara göre Velioğlu, geçen yılın sonunda hem Güneydoğu'daki operasyonlardan kaçmak, hem de daha güvenli bölgede barınmak için İstanbul'u üs tuttu. Derlenen bilgilere göre Velioğlu'nun hedefi şu aşamaları içeriyordu:

"Hizbulşeytanla savaş 2 bin yılında büyüyecektir. Güneydoğu'ya damgasını vuran Hizbullah, şeriat devleti düşünü ülkenin en büyük kentinden yayacaktır. Burada kendilerini "Şeytanın uşakları" diye niteleyen İBDA-C gibi şeriatçı grupları tasfiye edecek, kendilerine karşı olan, ramazan aylarında fitre ve zekattan büyük pay alan, silahlı mücadele karşıtı grupları etkisiz kılacak ve bu kanatta örgütün tek hakimi olacaktı. Nitekim işadamları ve islamcı vakıf yöneticilerinin kaçırılması buna ilk işaretti." (Cumhuriyet, 20 Ocak 2000.)

(e)

Diyarbakır DGM'nin hazırladığı iddianamede, militanların kaçırıldıkları kurbanlarını örgüt yöneticilerinin hazırladığı "sorgu broşürü"ne göre sorguladıkları belirtiliyordu. "Sorgulama Yöntemleri" adlı broşürde, sorgulanacak kişinin tanrı tanımaz ise "kâfir"; dost görünüp düşman olduğu anlaşılmışsa "münafık"; PKK'lı ise "PKK" sorgusuna alınacağı ve bu sorgunun nasıl yapılacağı anlatılıyordu. Broşürde şu satırlara yer verilmişti: "Sorgulama işinin örgütün egemen olduğu kırsal bölgelerde toprak sığınaklarda yapılması şarttır. Yakalanan şahıs bu sığınaklarda önce zincire vurulmalı, hiç dışarıya çıkarılmadan, durumun aciliyetine göre sorgulanmasına başlanmalı. Kâfir, münafık ya da PKK'lı olduğuna bakılmaksızın, sorguda her yol caizdir. Sorguda alınan ifade örgütün üst kademelerine bildirilmeli, gelecek emirlere göre sorgulanan kişinin cezası verilmelidir." (Radikal, 19 Şubat 2000.)

Hizbullah'ın öldürdüğü kişilerin sayısını, bugün için saptamak olanaklı değildi. Özgür Gelecek, Hizbullah'ın resmi rakamlara göre 200'ün üstünde kaçırma ve 2500'ün üzerinde öldürme olayını gerçekleştirdiğini yazıyor, yerel ve PKK orijinli kaynaklara göre ise, bu sayının 5.000 civarında olduğunun ileri sürüldüğünü ekliyordu. (Özgür Gelecek, 4-17 Şubat 2000.) Refahyol döneminde Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanvekili olan Bülent Orakoğlu da, bir televizyon görüşmesinde, Hizbullah'ın 1.500 insanı faili meçhul cinayetlerde öldürdüğünü, bu sayının 2.000 de olabileceğini söylüyor, Radikal muhabiri Neşe Düzel'in sorularını yanıtlarken de, "Rakamın büyük olduğunu biliyordum, ama bu kadar büyük olduğunu bilmiyordum. Bu sayı artabilir." diyordu. (Radikal, 31 Ocak 2000.)

Sabah'ta yayınlanan istatistik bilgilere göre ise, Hizbullah 1991'den bu yana 484 öldürme gerçekleştirmişti, bunun 329'u aydınlatılmış, 155'inin failleri henüz belirlenmemişti. Aynı yerde Hizbullah'ın gerçekleştirdiği faili meçhul olay sayısı 478 olarak gösteriliyordu. (Sabah, 13 Şubat 2000.)

Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) tarafından yayınlanan Türkiye İnsan Hakları Raporları'nda, kişi adı, olay yeri, olay tarihi ve merkezi tek tek verilerek şöyle deniyordu: Faili meçhul cinayetlerin büyük bölümü Olağanüstü Hal Bölgesinde (OHAL) meydana geldi ve en fazla da Diyarbakır, Batman, Silvan ve Kızıltepe'de yaşandı. 1989-1991 yılları arasında 42 kişi, 1992'de 362, 1993'te 467, 1994'te 423, 1995'te 166 ve1996'da 113 kişi öldürüldü. Bu bilgilerin temel kaynağını gazete haberleri oluşturuyordu. 1992 yılı raporunda, "Hizbullah yanlılarının gerçekleştirdiği eylemler" ile "Hizbullah yanlılarına yönelik saldırılar"ın dökümleri ayrı ayrı verilmişti. Kişi adı, olay yeri, olay tarihi ve mesleklerinin belirtildiği bu döküme göre, 1992'de, Hizbullah yanlıları 267 faili meçhul cinayet gerçekleştirmiş, Hizbullah yanlısı 93 kişi faili meçhul cinayet sonucu öldürülmüştü. (1992'den sonra yayınlanan raporlarda bu ayrım yapılmamış.)

Dönemin fotoğrafsal bir tablosunu Türkiye İnsan Hakları Raporu 1992'den çizmekte de yarar var: Hizbullah yanlılarının 267 kişiyi öldürdüğü, ve Hizbullah yanlısı 93 kişinin öldürüldüğü 1992 yılında; (1) gözaltında ve cezaevlerinde şüpheli ölümler 17 kişi; (2) ortadan kaybolanlar 8 kişi, (3) ev baskınlarında öldürülenler 63 kişi (4) gösterilere ya da topluluklara ateş açılması sonucu ve Nevruz olayları sırasında 188 kişi, (5) "dur" ihtarına uymama ve benzer gerekçelerle 103 kişi, (6) faili meçhul cinayetler 360 kişi, (7) mayın ya da sahipsiz bombaların patlaması sonucu 38 kişi, (8) yasadışı örgüt ya da grupların güvenlik görevlilerine vb. düzenledikleri suikast ve saldırılarla ölenler 285 kişi olmak üzere, toplam 992 kişi öldürülmüştü. (1992 Türkiye İnsan Hakları Raporu, Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Ankara 1993, s. 16.)

Serdar Canipek'e göre, Hizbullah, Güneydoğu'da 1991-1995 yılları arasında 3.500 faili meçhul cinayete "imza atmıştı". (Sabah, 22 Ocak 2000.) Ersin Kalkan da daha önce, 2 Kasım 1997'de, Gazete Pazar'da yayınlanan "Hizbullah Bir Varmış Bir Yokmuş" yazısında verdiği bilgilere göre, Hizbullah'ın yoğun olarak faaliyet gösterdiği 1991-1995 döneminde, yüzlerce kişi kaybolmuş-kaçırılmıştı, ve 3.500'e yakın faili meçhul cinayet işlenmişti.

Diyarbakır'da düzenlenen Hizbullah zirvesinde hazırlanan raporda, 4 bini silahlı militan ve tetikçi olmak üzere yaklaşık 20 bin Hizbullahçının ülke geneline yayıldığına dikkat çekiliyordu. Altı bin kişi de örgüte üye olmak için özgeçmişini göndermiş, ayrıca referans da vermişti. İki bin kişi ise örgüt için ölüme hazır olduklarını ve intihar saldırılarında görev alabileceklerini belirtmişlerdi. (Cumhuriyet, 11 Şubat 2000.) Bu sayılar birer "tahmin" değildi, Hizbullah'ın ele geçirilen 100 bin sayfalık dokümanından çıkarılmış olmalıydı. İstanbul'da lider kadroya yapılan operasyonlardan bir gün önce, 15 Ocak 2000 günlü Cumhuriyet'in haberinde, Diyarbakır Emniyet Müdürü "Hizbullah'ın 20 bin sayfalık dokümanının ele geçirildiğini" açıklamıştı; İçişleri Bakanı Tantan ise ele geçirilen dokümanın 100 bin sayfa olduğunu söyleyecekti. Emniyet Genel Müdürü Turan Genç Hizbullah'tan ele geçen yazılı ve bilgisayar kayıtlarının tümünün dökümünün yapıldığını belirtecek ve "Hizbullah'ın tüm şablonu elimizde oluşmuş durumda" diyecekti. (Yeni Binyıl, 13 Şubat 2000.)

Hizbullah örgütünün iki bin üyesinin dosya bilgilerinden güvenlik yetkililerince yapılan incelemesinde, örgütte, 15-24 yaş arasındakilerin çoğunlukta olduğu sonucuna varılmıştı. Örgütün yüzde 2'si oranında 35-65 yaş arasındaki üyelerden, yüzde 2,5'u da 10-14 yaş arasındaki çocuklardan oluşuyordu.

Okurluk açısından %40,5 lise mezunu, %1,5'i okumasız, %19'u ilkokul ve %14'ü ortaokul mezunuydu.
Örgüt üyelerinin %27'si öğrenci, %28,5'i serbest meslek sahibi, %14'ü işçi, %1,1'i çiftçi ve %1'i memurdu. Örgüt içinde militan kadın %2,5'tu.

Eylemlerin %97,5'i kent merkezlerinde, %2'si köylerde ve %0,5'i de mezralarda gerçekleştirilmişti. (Cumhuriyet, 24 Ocak 2000.)

Kadir Ercan'ın araştırmasına göre, Hizbullah, düşmanı, iç düşman ve dış düşman olarak iki farklı kategoride niteliyordu. İç düşmanlar: (a) emirlere karşı gelenler, (b) ajan olmakla suçlananlar, (c) örgüte maddi desteği kısanlar, (d) para vermeyi reddeden Güneydoğulu işadamları, (e) farklı islami kesimler, (f) rakip cemaatler (Zehra Vakfı). Dış düşmanlar: (a) Atatürkçüler, (b) laik demokratik hukuk devletini savunanlar, (c) Hizbullah'a tehdit oluşturan devlet görevlileri, kamu ve medya çalışanları, yerel yöneticiler, (d) PKK'lılar.
Örgüt iç düşmanlarına karşı halka açık infazı değil, ortadan kaybetme yöntemini kullanıyor. İşkenceli sorgulama yapıldıktan sonra kurban boğularak öldürülüyor.

Dış düşman ise vuruluyor. Takarov tabancayla enseye tek kurşunla infaz, kalabalıkta satır darbeleriyle infaz, bombalı infaz. İnfaz sırasında "Allahuekber" deniyor. Bunun dışında örgütü imleyen herhangi bir açıklama yapılmıyor. (Kadir Ercan, "Hizbullah'ın Terör Bürokrasisi", Hürriyet, 25 Ocak 2000.)

 Emniyet Genel Müdürlüğünün raporlarına göre, Hizbullah eylemlerini 15-18 yaş arası tetikçilere yaptırıyor. Tetikçi, bir başka militanın gözetiminde hedefine arkadan yaklaşarak 1-2 metre mesafeden ateş ediyor. Örgüt tetikçileri olay yerinden yaya olarak kaçıyor. Bazı iddialara göre silahları camilere gizliyor. (Cumhuriyet, 22 Ocak 2000.)

Sorgular ise teyp ve video kasetine tek tek kaydediliyor. Video kaset lidere ulaştırılıyor. Lider "Katli vacip fetvası" verirse infaz yapılıyor. Lider "bırakın" derse, gözleri bağlı olarak sığınağa getirilen kişi, yine gözleri bağlı olarak bir başka yere bırakılıyor.

Suikastlerde kullanılan silahların tek tek sicili (hangi tarihte, nerede, kim tarafından kullanıldığı) tutuluyor. Bir kentte kullanılan silah daha sonra başka kente gönderiliyor. Bu silahların dolaşımı (nereden nereye ve hangi militana geçtiği) bilgisayarda tek tek kaydediliyor. (Kadir Ercan, "Hizbullah'ın Terör Bürokrasisi", Hürriyet, 26 Ocak 2000.)

Hüseyin Velioğlu'nun Mardin'de Teker Mahallesinde 1990 yılında, satın aldığı üç katlı bir ev, örgütün bilgi-işlem merkezi olarak kullanılmış, ertesi yıl binanın altına sığınak yapılmış, örgütten gelen bilgiler bu sığınaklardaki bilgisayarlara geçirilmişti. Hizbullahın 1990 yılında elegeçirilen yirmibin sayfalık arşivi burada bulunacaktı. Aynı mahallede bir başka ev ise, kuryelerden gelen bilgilerin, istihbarat raporlarının toplandığı karargah olarak kullanılmıştı. Gene Mardin'de aynı mahallede bulunan "Çeppiler evi" olarak anılan 20 odalı bir konak, örgütün karargahı ya da üssü olarak kullanılmıştı. Damına yerleştirilen kameralarla, konağın bulunduğu sokağa girip çıkanlar izleniyordu. Bu konak Hizbullah lideri Velioğlu ve şura üyeleri tarafından altı yıl örgütün üssü olarak kullanılmıştı. "Uzun süre olağanüstü hal kapsamında kalan, adım başı kimlik kontrolü yapılan, PKK eylemleri nedeniyle her evin didik didik arandığı Teker Mahallesinde" bu üç evin 1991'den 1999 yılına kadar karargah olarak kullanılmış olmasına dikkat çekilen haberde, başta Velioğlu olmak üzere Hizbullah yöneticilerinin, polis, asker ve korucu giysileriyle "Çeppiler evi"ne girip çıktığı belirtiliyordu. (Cumhuriyet, 6 Mart 2000.)

(f)

Sivas kıyınından, yani 2 Temmuz 1993'ten önce, 4 Şubat 1993'te Cumhuriyet'te özeti yayınlanan, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığının hazırladığı 50 sayfalık rapora göre, Hizbullah örgütü, "komşu bir ülke destekli"ydi ve "Türkiye'deki laik düzenin yıkılmasını amaçlıyor"du. "PKK'ya tepkiden doğmuş, giderek, eyleme eylemle cevap vererek taktik geliştirmeye başlamış"tı. MİT eski müsteşarı Teoman Koman ise, Hizbullah'la ilgili olarak kendisine yöneltilen bir soruyu, "Hangi Hizbullah?" sorusuyla yanıtlamıştı. Olağanüstü Hal (OHAL) Bölge Valisi Ünal Erkan da, aynı kanıda olduğunu söyleyecekti. Haber, şöyle devam ediyordu: "Bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, Türkiye'de biri İran'ın, diğeri CIA ve MİT'in denetiminde olan iki Hizbullahtan sözetmek mümkün." Emniyet Müdürlüğü raporunda, "devletin özellikle Güneydoğu Anadolu bölgesinde Hizbullah'la işbirliği yaptığı yolundaki iddialar" yalanlanmakla birlikte, bu bölgede son iki yılda sayısı 100'ü aşan "faili meçhul cinayetler"in birçoğunun bu örgüt tarafından işlendiği öne sürülüyor, eylemlerinde devletten destek gördüğü söyleniyordu. Bir de ad takılmıştı: Hizbul-Kontra. (Cumhuriyet, 4 Şubat 1993.)

Bunlar, 2 Temmuz (1993) öncesi bilgilerdi.

Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi eski başkanvekili Bülent Orakoğlu, 1993'ten 1999'a kadar beşyüz ayrı operasyon yapıldığını, dörtbin militan yakalandığını, 400 faili meçhul cinayetin aydınlatıldığını, ama Mart 1999'da Kızıltepe'de Hizbullah arşivinin ele geçirilmesinden ve 20 bin Hizbullah sempatizanı saptandıktan sonra, esas darbenin vurulmaya başlandığını söyleyecekti. 12 yıl terör ve istihbarat müdürlüğü yaptığını söyleyen Orakoğlu, "Türkiye'de terör olaylarının komplike" olduğunun altını çiziyordu: "Örgütler ve ilişkiler içiçe girmiştir. Bir olayı diğerinden ayırmanın olanağı yoktur. Karışık ilişkiler vardır. Türkiye'deki terör olaylarını sadece iç politikaya dayandırmamak lazım. Dış güçlerin, mega güçlerin, Türkiye, Ortadoğu, Körfez Bölgesi politikalarına bakmak lazım. Türkiye dışında, Türkiye'yi idare etmeye çalışmış bir karapara olayına da bakmak lazım." Ayrıca ekliyordu: "Halk şunu da öğrenmek istiyor: Hizbullah'ı içte ve dışta kim destekledi?" (Radikal, 31 Ocak 2000; Neşe Düzel'in Bülent Orakoğlu ile görüşmesi.)

Meclis Faili Meçhul Cinayetleri araştırma Komisyonunun raporunda yer alan "Batman'da, askeri birliğe yakın bir Hizbullah kampı olduğu"nu anımsatan Orakoğlu, "PKK ile mücadelesinden dolayı devlet içinde bu örgüte sempatiyle bakanlar olduğunu" ileri sürüyor, Hizbullah'ı çökertmeye yönelik operasyonları, "konjonktür" değişikliğiyle açıklıyordu. Bu konjonktür değişikliklerini şöyle özetlemek olanaklıydı:

(1) "Hizbullah, 1995'te PKK ile mücadeleyi kesmiş, 1998'de, İran Devrim Muhafızlarının huzurunda PKK ile kesin bir ateşkes imzalamış", "Türk devletine karşı ortak hareket etme konusunda anlaşmışlar"dı.
(2) İstanbul Barosunun raporunda da belirtildiği gibi, Doğu Blokunun çökmesi ve Sovyetlerin dağılmasının ardından, NATO, konsept değişikliğine gitmiş, komünizm tehlikesinin yerini, radikal dini gruplar almıştı.*
(3) Milli Güvenlik Kurulu Siyaset Belgesi ile de bir konsept değişikliğine gidilmişti.

(4) İlk kez dış güçler, mega güçler, Türkiye'de yatırımlar için istikrar istemişti. (Ayraç içinde değinelim ki, bunu, Hizbullahın bağrında açılıp serpildiği GAP (Güneydoğu Anadolu Projesi) coğrafyası ile de ilişkilendirmek, GAP'ı "gapmak" isteyen "mega güçler"in bölgede istikrarın sağlanması amacıyla, yeni bir "konsept" oluşturmuş olabileceğini de düşünmek olanaklı.)**

Nevzat Bölügiray, Milli Güvenlik Siyaset Belgesinde (MGSB), 1992'de, birincil öncelikli dış tehdidin Sovyetler Birliği, ve birincil öncelikli iç tehdidin bölücülük olduğunu; 28 Şubat 1997 kararıyla, MGSB'nin de değişikliğe uğradığını ve birincil öncelikli dış tehdidin ("Sovyetler Birliği" yerine) Yunanistan ve Güney, birinci öncelikli iç tehdidin ("bölücülük" yerine) irtica, bölücülük ve ülkücü mafya olarak değiştiğini belirtir. Bölügiray'a göre, Siyaset Belgesinde konsept değişikliğinde geç kalınmıştı ve irticanın birincil öncelikli iç tehdit olarak nitelenmesi daha doğru olacaktı. (Nevzat Bölügiray, 28 Şubat Süreci, 1999, s. 57.)

Farklı olmakla birlikte, paydaları birleşen görüşler de dile getirilmişti. Örneğin, NATO konseptinin genelde üç yılda bir değiştiğini söyleyen Faik Bulut (V-Özgürlük, Şubat 2000), 1991'de, Sovyetler Birliği'nin dağıldığını anımsatarak, 1987-90 ve 1992-95'te NATO konseptinin, yerel güçleri kullanma, her türlü yasadışılığı uygulama, bir başka deyişle, tipik kontrgerilla yöntemleri olduğunu söylüyordu. Bu konsept doğrultusunda, 1992'de koruculuğun iflasıyla birlikte, "daha etkin yerel vurucu bir gücün, üstelik şehir merkezlerinde yaratılması" gerekmişti. Hizbullah (İlim Grubu) bu konseptin ürünüydü. NATO konsepti 1994'te değişmişti. Kuzey Irak ve Çekiç Güç ve başka diğer sorunlarda, ABD ile görüş ayrılıkları su yüzüne çıkacaktı. Her ne kadar Demirel, "Devlet suç işlemez, işletmez." diye konuştuğu yerde, aynı zamanda, "Devlet içinde gayrimeşru güçler olmuş olabilir, bunlar başka gayrimeşru güçleri kullanmış olabilir." diyerek, hem bir gerçeği açıklıyor, ve hem de sorumluluğu kendi üzerinden atmak istiyorsa da, Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, ilgililere, "İlişkiniz varsa kesin, kesinlikle yasadışı güçleri, yasadışı güçlere karşı kullanmayın" demiş ve operasyon başlamıştı.

Milli Güvenlik Siyaset Belgesinde (28 Şubat1997) "irtica"nın "birincil tehlike" olduğu vargısı yer alıyor, Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu döneminde, bu vargıya uygun operasyonlar sürüyordu.
İç ve dış konsept değişikliği kadar, iç ve dış konjonktür değişiklikleri de burada dikkate alınmak gerekirdi. Çünkü, siyasallaşan islamla sınırlı olarak soruna bakıldığında, "darül islam" ve "cihat" kavramları da değişikliğe uğramıştı. İslam fıkhına göre, bir emir'in ya da hükümdarın egemenlik alanı üzerindeki tebasını kapsamına alan fetva, Humeyni tarafından, kendi egemenlik alanı dışına genişletilmekle kalmamış, Şeytan Ayetleri yazarının ve kitabın yayıncılarının gayretli müslümanlar tarafından görüldüğü yerde öldürülmesinin istenmesiyle, bu egemenlik alanını, müslüman göçmenlerin bulunduğu Batı Avrupa'ya, ve bir bakıma dünyaya yayarak, hıristiyan toplulukların geleneksel ana-ata yurtlarını da kendi egemenlik alanı içine almıştı. Fetva'ya uluslararası bir boyut verilmesi kadar, tarikat geleneğinden gelen Taliban'ı eğiten ABD'nin, Afganistan'da, Sovyetler Birliği'ne karşı geliştirdiği "cihatçı" hareket de, "fetva" gibi uluslararası bir nitelik kazanmış, Batıyı ve özellikle de ABD'yi kapsamına almıştı. Körfez Savaşı sırasında "imanın başdüşmanı ABD"nin "İslam toprağı" Suudi Arabistan'a konuşlanmasını, islam toprağının kafirler tarafından işgali olarak algılayan cihatçılar, aynı zamanda yalnızca işgal edilen islam topraklarını "kafir"lere karşı korumayı değil, islam toprağını işgal eden "imanın düşmanları"nı, onların kendi ülkelerinde vurarak islamı yaymayı amaç edineceklerdi.

10 Aralık 2001, Ankara

* NATO'nun "konsept" değişikliğini, Leyla Tavşanoğlu, "eski strateji" ve "yeni strateji" olarak şöyle açıklıyor: "Eski strateji: Olumsuz yaklaşım. Saldırgan derhal cezalandırılır. / Tek yönlülük. Amaç Sovyetler Birliği ile çatışmadır. / Sadece askeri strateji vardır. / Dikkatler hep Sovyetler Birliği'nin ne yaptığına odaklanmıştır. / Seçenekler sınırlıdır. Yapılacak iş hep bellidir. / Tehdit merkezi Sovyetler'dir. Yeni strateji: Olumlu yaklaşım. Barışı korumak ve kollamak. / Çok yönlü yaklaşım. Barış, olmazsa bunalım, daha da olmazsa savaş seçenekleri. / Askeriden çok siyasi stratejiye ağırlık./ Silahların kontrolü. / Kriz yönetimi. / Esnek seçenekler. / Tehdit merkezlerinde çok yönlülük."
"NATO'nun yeni yapılanması"nın başlıca stratejisinin "barışı korumak ve kollamak" olduğu ve "bu amaçla kendi alanları dışında harekatlara da katıldığı" belirtiliyor, bu harekatlara örnek olarak da Bosna'ya düzenlenen "Dey Comfort" ve "Deny Flight" harekatları veriliyordu. "NATO şimdi dikkatlerini iyice Orta Asya cumhuriyetleri, ayrıca eski Doğu Bloku ülkeleri ve eski Sovyet cumhuriyetlerine çevirmiş"ti. (Cumhuriyet, 7 Temmuz 1993.)
** Bu konuda, okur, benim, Pandoranın Bir Başka "Kutu"sunda (Onur Yayınları, Ankara 2000) "Küçük Köylülüğün Yıkımından GAP'ın İşgali" adlı bölümüne bakabilir.


(Türkiye’nin Kararan Fotoğrafları, s. 302-325)