Muzaffer İlhan Erdost
(a)
Hizbullah'ın açılıp saçıldığı, gelişip genişlediği dönemlerde iki kez "başbakanlık" yapmış bulunan ANAP lideri Mesut Yılmaz, Van'da Hizbullah'ın saldırısı sonucu beş polisin yaşamlarını yitirdiği gün, "Örgütün bu kadar kök saldığı devletin bilgisi içinde değil!" diyordu. (Cumhuriyet, 15 Şubat 2000.) Bir başka deyişle, devlet, kendisi içinde bir başka "devlet"in oluştuğunu ve geliştiğini bilmediğini itiraf ediyordu.
Gene Hizbullah'ın güçlendiği ve genişlediği dönemin başbakanlarından Tansu Çiller, "Batman taburu" gündeme gelmeden önce, "Hizbullah konusunda kamu vicdanının soruları bulunduğunu" söyleyecekti: "Suçlu olan varsa, devletin içinde veya dışında, mutlaka üzerine gidilmeli ve ülkemizde aydınlanmamış bir tane dahi faili bilinmeyen cinayet bırakılmamalıdır." (Zaman, 27 Ocak 2000.)
21 Ocak (2000) günlü Sabah'ta "Devlet Hizbullah'a Göz mü Yumdu?" başlıklı haberde yazılanlara göre, 1990'lı yılların başlarında, dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin'i ziyaret eden bir gazeteci, "Hüseyin Velioğlu'nun aranıp aranmadığını" sormuş, Bakan da, gazeteciye "O da kim?" demişti. Velioğlu'nun Hizbullah'ın lideri olduğunu öğrenen Bakan Sezgin, gazeteciye yanıtını birkaç saat sonra telefonla iletecektir: "O soruyu ne sen sormuş ol, ne de ben duymuş olayım." (Sabah, 21 Ocak 2000.)
1992'den Nisan 1993'e kadar Başbakan ve ardından da Cumhurbaşkanı olan Demirel, Hürriyet'in söylemiyle, "tüyler ürperten cinayetler"i Emniyetin operasyonları ile ortaya çıkan ve enaz binbeşyüz kişiyi öldürdüğü söylenen Hizbullah konusunda, "Hizbullah madem biliniyordu, niye bugün düğmeye basıldı?" değerlendirmelerine yanıt olarak şöyle diyecekti: "Devlet ancak meşruiyet içinde iş görür. Birtakım adamlardan şüphelenerek devlet insanların yakasına yapıştığı takdirde hukuk devleti olmaz o. Devlet meşruiyetin dışına çıkamaz, kanunları icra eder." (Hürriyet, 21 Ocak 2000.)
Demirel, üç gün sonra, deprem bölgesi ziyareti sırasında uçakta gazetecilerin sorularını yanıtlayacak ve Hizbullah'ın "Marksist, dinsiz ve terörist bir hareket" olan ve "Güneydoğu'da halkı rahatsız etmiş" bulunan PKK'ya karşı "halkın kendisini korumaya yönelmiş bir hareket" olduğunu, "halkın kendisinden çıkarttığı gibi bir hareket" olarak doğduğunu söyleyecekti. Ama bu hareket, daha sonra "terörist, ayrılıkçı ve dinci bir hareket"e dönüşmüştü. Cumhurbaşkanı Demirel şunları da ekleyecekti: "İsmi üzerinde, bu Hizbullah vahşetidir. Daha önce de söyledim. Bu enteresan bir olaydır. Bilinmeyen bir olay değildir. Bilinmeyen bir olay değil derken, bu kadar cinayet işlenmiş, böylesi bilinmiyordu. Cinayetler fevkalade gizlilik içinde işlenmiştir." (Sabah, 24 Ocak 2000.) "Başlangıçta Hizbullah'ın devlet tarafından himaye edildiği" iddialarına ilişkin bir soruyu yanıtlarken de, Demirel, "Mantığı yok" diyecek ve yıllardır söylediklerini, Hizbullah için de yineleyecekti: "Devlet hangi sebeple olursa olsun kanunsuz hareketleri himaye etmez, etmemiştir. Devlet cinayet işlemez, işletmez. Eğer devletin gücü kullanılarak veya devletin adamları kullanılarak himaye yapılmışsa bu suçtur. Kim yaparsa yakasına yapışırız. Devlet her şeyi meşruiyet içersinde yapar. Devlet güç kullanırken dahi meşru güç kullanır. Meşru güç kullanır, meşru şekilde kullanır. Meşru olmayan güçleri kullanamaz." (Sabah, 24 Ocak 2000.)
TBMM Anayasa-Adalet Karma Komisyonunda, Susurluk dosyaları nedeniyle dokunulmazlığının kaldırılmasının istenmesi üzerine savunma yapan Mehmet Ağar, komisyon üyelerinin, görev yaptığı döneme ilişkin olarak "Güvenlik güçleri PKK ile mücadele ederken Hizbullah örgütünden de yararlandı mı?" sorusunu, "Hayır" diye yanıtlayacak, "devletin Hizbullah örgütüyle mücadele ettiğini, yakaladığını, üzerine gittiğini" söyleyecekti. Ağar, Hizbullah'a duyulan "sempati"nin, "bazı polis memuru, astsubay, hatta subay düzeyinde" bir görevlinin "PKK'li teröriste bir bardak su verirken, Hizbullahçıya iki bardak su vermek"le sınırlı olduğunu ileri sürecekti. (Hürriyet, 28 Ocak 2000.)
"Batman'da yaşayan bir yerel siyasetçi", Can Dündar'a, Batman'da, son altı yılda (1993-1999), 360 faili meçhul cinayet işlendiğini söylüyor ve ekliyordu: "Güpegündüz ... Şehir merkezinde ... Herkesin içinde ... Ense köklerinden kurşunlandı insanlar..." (Can Dündar, "Batman'dan bir çığlık", Sabah, 16 Şubat 2000.)
"Salı, saat 14.00" diye yazıyor Yavuz Donat, "TBMM lokantasındayız. Masada Maliye Bakanı Sümer Oral, Sinop Milletvekili Yaşar Topçu, Siirt Milletvekili Nizamettin Sevgili var. Ve bir de "partililer". Çoğu "Güneydoğulu". Güneydoğulu bir il başkanına sorduk: "Bu Hizbullah işi... Yeni mi çıktı?" Yanıt: "Yeni olur mu?.. Herkes biliyordu... Bunların "işareti" vardır... Yani "alameti farikası". Adamı ensesinden vururlar... Tek kurşunla. Herkes bilir ki, Hizbullahın işi."
Meclis lokantasından ayrılan Donat, Meclis koridorunda, "Güneydoğulu, 63 yıldır yayınlanan bir gazetenin sahibiyle karşılaşıyor. Geçen yıl Basın Yayın Genel Müdürlüğünden "Cumhuriyet Ödülü" alan Siirt Gazetesinin sahibi Metin Arıtürk'e "Nedir bu Hizbullah'ın işi?" diye soruyor. Arıtürk, "Yavuz begimiz" diyor acı acı gülerek, "Sankim bilmersiz... Ha vallah, herkesin haberi vardı... Habersiz, bu kadar işi yapmak kimin haddine?" (Yavuz Donat, "Hizbullah", Sabah, 26 Ocak 2000.)
Her kafadan bir ses çıktığını ekleyen Donat, "Galiba her şey yalan" diye yazıyor ve yalnız "masada söylenenler" ile "gazete sahibinin söyledikleri" doğru diye bitiriyor yazısını.
Mesut Yılmaz, "Hizbullah'ın vahşi eylemlerini devlet içinden ve dış ülkelerden destek almadan gerçekleştirmesinin mümkün olmadığını" belirterek "Devletin içinde bazı hainlerle işbirliği yapmayan, onlardan destek almayan, dış devletlerin lojistik, finansman, istihbarat desteğine sahip olmayan bir örgütün, şu Hizbullah örgütünün ortaya çıkarılan marifetlerini yapabilmesi mümkün değildir." diyordu. Koalisyon ortağı ANAP lideri Mesut Yılmaz son onbeş yılın soruşturulmasını istiyordu: "Hainlerin ortaya çıkarılması için geriye giderek son 15 yıl soruşturulsun. Benim dönemim de dahil geriye gidip, 10 sene, 15 sene, kim ne yapmışsa, devlet adına bu işe karışmışsa, ortaya çıkarılması lazımdır." (Sabah, 26 Ocak 2000.)
Cumhuriyet'te "Hizbullah'ta İç Hesaplaşma" başlığıyla yayınlanan habere göre, Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan, son iki yılda (1998 ve 1999) Hizbullah'a yönelik operasyonlarda, 1.350 Hizbullahçının gözaltına alındığını, geçmiş dönemlere ait olan, ancak 1999 yılında aydınlatılan toplam 74 faili meçhul olay bulunduğunu söylemişti. Okkan'ın verdiği bilgiye göre, aydınlatılan faili meçhul 74 olaydan 45'ini Hizbullah, 29'unu ise PKK gerçekleştirmişti. (Cumhuriyet, 15 Ocak 2000.)
Bu haberin yayınlandığı günün ertesinde, 17 Ocakta İstanbul'da bazı işadamlarının kaybolmasıyla ilgili araştırmalarını yoğunlaştıran İstanbul Emniyet Müdürlüğüne bağlı İstihbarat Şube Müdürlüğü ekipleri, Beykoz-Kavacık'taki lüks bir villaya baskına hazırlandığı sırada evdeki iki kişinin silahlı direnişiyle karşılaşmış ve çatışma başlamıştı. Saat 15.00'te başlayan ve dört saat süren çatışmada, içerden ateş açanlardan bir kişi öldürülmüş, iki kişi de teslim olmuştu.
Polis, İstanbul'da son bir ay içersinde kaybolan Zehra Vakfı yöneticileri ile bazı işadamlarının arka arkaya ortadan kaybolması üzerine Hizbullah örgütünü yakın takibe almıştı. Ağustos 1999'dan çatışma gününe değin İstanbul'da onbir kişi ortadan kaybolmuştu. Kaybolanlar genellikle iş adamıydı, bir kısmı nur çevresindendi ve hemen hepsi Kürt kökenliydi. Çatışma sonunda, öldürülenin Hizbullahın İlim kanadının lideri Hüseyin Velioğlu, polise teslim olan iki kişiden Cemal Tutar'ın örgütün askeri kanat sorumlusu, Edip Gümüş'ün de askeri-siyasi sorumlusu olduğu öğrenilecekti. Dolayısıyla İlimciler kanadının 8 kişilik beyin takımından 3'ü etkisizleştirilmişti. Kayıp iş adamlarının izine rastlanmamıştı. Ama, bu villada, 15 Temmuz 1998'de Mersin'de evinin önünde eşi Orhan Kuriş'in yanından kaçırılan islamcı feminist yazar Konca Kuriş'in kimliği ile Bursa'da Nesim Malki cinayetinin tetikçisi olarak aranırken kaybolan Mehmet Sümbül'ün Hizbullahçılar tarafından sorgulanışının kaydedildiği video bandı, kaçırılan islamcı işadamlarının kredi kartları, ehliyet ve kimlikleri bulunmuştu.
Beykoz'daki villada ele geçirilen örgütün askeri kanat sorumlusu Edip Gümüş'ün ifadeleri doğrultusunda, 18/19 gecesi, polis, Üsküdar'da Çengelköy sırtlarında, çıkmaz sokaktaki tek katlı gecekonduya saat üç sıralarında operasyon düzenlemiş, sabah saat 10.30'da Hizbullah militanlarının öldürdükleri cesetler bulunmuştu.
"Güvenlik güçleri eve girdiklerinde evin bodrum katındaki kömürlükte, üzerlerine beton dökülmüş 7'si gömülü, 2'si odalarda 9 ceset bulundu. (...) Aramalarını sürdüren güvenlik güçleri, evin giriş kısmında yaptıkları kazıda bir ceset daha buldu. Böylece ceset sayısı 10'a ulaştı. ... Kurbanların tamamen çıplak, elleri göğüs hizasında ve ayakları iple bağlandıktan sonra yine iple boğularak öldürüldükleri anlaşıldı. Üzerleri toprak ve taşla örtülü olarak bulunan ve çürüyen cesetlerin, boyunlarında hala iplerin bulunduğu belirtildi. Cesetlerden birinin kafatasında beton çivisi bulunduğu, bazı cesetlerin de kol ve bacaklarının kırıldığı ve kesildiği, bu şekilde ölen kişilerin işkenceye maruz kaldıkları öğrenildi." (Cumhuriyet, 20 Ocak 2000.)
Basının "sondan başa doğru" olarak nitelediği, "son" aşamanın "ceset"lerle ilgili haber başlıkları şöyle:
21 Ocak 2000, Radikal: "Başkentte üç ceset." Cumhuriyet: "Kömürlükte üç ceset."
22 Ocak 2000, Cumhuriyet: Konya'da toplu mezar bulundu. Tripleks bir villanın bodrumundan biri kadın 4 ceset çıkarıldı. Kadın cesedin Konca Kuriş'e ait olduğu sanılıyor.
23 Ocak 2000, Radikal: "Konya'da yeni bir toplu mezar çıktı. Hizbullahçıların gösterdiği bir evde sekiz ceset daha bulundu. Dört günde ortaya çıkarılan ceset sayısı 25'e ulaştı." Cumhuriyet: Ceset teşhis edildi. Kuriş'e 38 gün işkence."
24 Ocak 2000, Hürriyet: "6 ceset de Tarsus'tan."
25 Ocak 2000, Radikal: "33. ceset de bulundu. Dün Tarsus'taki yedinci ceset çıkarıldı. Adana'da İbrahim Gümüş'ün cesedi bulundu."
29 Ocak 2000, Radikal: "Villa mezar"dan 7 ceset. Hizbullah'a yönelik operasyonlarda Üsküdar'da bir evde çıkarılan 10 cesedin ardından dün de Kartal'daki villa bahçesinde yedi ceset bulundu. Mezarevlerden çıkan ceset sayısı 40 oldu. Cumhuriyet: Cesetlerden birinin Zehra Eğitim ve Kültür Vakfı Başkanı İzzettin Yıldırım olduğu anlaşıldı.
30 Ocak 2000, Cumhuriyet: Hizbullah'ın Kartal'da gömdüğü ceset sayısı 9'a yükseldi.
31 Ocak 2000, Radikal: Diyarbakır'daki Hizbullah evlerinden altı ceset çıktı. Cumhuriyet: Mardinkuyu şeridinde bir evde yapılan aramada 4 ceset bulundu. Bu evin yakınındaki başka bir evde ise 2 ceset daha ortaya çıkarıldı.
1 Şubat 2000, Radikal: 15 günün bilançosu: Örgütün kaçırılıp öldürülerek gömdüğü 51 ceset bulundu; 22'sinin kimliği saptandı.
4 Şubat 2000, Cumhuriyet: Diyarbakır'da 1 ceset daha bulundu. Operasyonlarda çıkan cesetlerden 2'sinin kimliği belirlendi. Radikal: Bugüne kadar 58 Hizbullah kurbanından 26'sı teşhis edildi.
15 Şubat 2000, Cumhuriyet: Van'da üç ayrı hücre evine yapılan baskınlarda 5 terörist öldürüldü. Hizbullah beş polisi şehit etti.
17 Şubat 2001, Radikal: Van'da da ceset çıktı. Hizbullah kurbanlarının sayısı 80'e yükseldi.
(b)
Akdeniz askeri kanat sorumlusu Mehmet Emin Ekici, Rus yapımı takarov ya da makarov tabancalarla Batman ve Diyarbakır'da çok sayıda cinayet işlediklerini, daha önceden hedef olarak belirlenen kurbana arkadan yaklaşarak ensesine bir el kurşun sıktıklarını söylüyordu. Takarovla tek kurşun imzalarıydı. Tetiği çekmeden önce "Allahuekber" diye bağrılıyor, bunun dışında cinayeti üstlenecek bir bildiri ya da imza bırakmıyorlardı. ("Takarov'la tek kurşun imzamızdı", Hürriyet, 25 Ocak 2000.)
Serdar Canipek, Sabah'ta yayınlanan haber-yazısında, "Vahşet Yöntemleri"ni şöyle açıklıyordu: Takarov ve makarov marka silahlar örgütün üst düzey 8 yöneticisinin yakalanmasına yol açınca, balistik inceleme sıkıntısı bulunmayan "satır" kullanılmaya başlanmıştı. Henüz 13-14 yaşlarında Kuran Kurslarına alınarak eğitilmeye başlanan ve iki yıl içinde sokağa salınan çocuklar, enselerinden ceketlerinin içine soktukları satırları, uyarılacak kişiye "ters" indirip yaralıyor, öldürülecek kişiyi ise enseden biçerek infaz ediyordu. Kaçırılan kadınların göğüsleri ve cinsel organları satırla parçalanıyordu. Batman'da ramazan ayında sigara içtiği için Ali Yıldız'ın sağ eli satırla kesilmişti. Üsküdar ve Ankara'da yeraltı mezarlıklarından çıkarılan cesetler de satırla parçalanmıştı. (Sabah, 22 Ocak 2000.)
"Vahşet Yöntemleri" arasında "kafatasına çivi çakma", "tırnak sökme", "tırnakların altına iğne batırma", "elektro-şok aletiyle (difibilatör) işkence" de vardı.
Haber/yazı şöyle devam ediyordu:
"Hizbullah, öldürmeye karar verdiği kurbanları ya satırla boğazlarını keserek, ya da boğarak katlediyordu. Yeraltı mezarlıklarında domuzbağıyla boğulan işadamlarının cesetleri de bunun göstergesiydi. İstanbul'daki kurbanlarını iple bağlayan Hizbullah, Ankara'dakileri zincirle bağlamış, asma kilitlerle sabitlemişti."
"Bu işkence ve öldürme yöntemlerinin en korku verenin dehlizlerde ölüme terkedilmek" olduğu vurgulanan haber/yazı şöyle sona eriyordu: "Kurbanlar, bu dehlizlerde bileklerinden zincirleniyor. Biraz ekmek ve suyla beslenerek günbegün ölüme yaklaşmaları seyrediliyordu. Bu dehlizlerde, açlıktan, soğuktan, vücutlarını kemiren fareler yüzünden ölen Hizbullah kurbanlarının acısı aylarca sürüyordu." (Sabah, 22 Ocak 2000.)
"Domuzbağı"nın çizimsel resmi ile "çırılçıplak soyduktan sonra 'domuzbağı' ile öldürülen" ve bir yeraltı mezarından çıkarılan bir işadamına ait cesedin fotoğrafı, 20 Ocak (2000) günlü Sabah'ın birinci sayfasında yayınlandı. Gene Sabah'ta (23 Ocak 2000) yayınlanan bir başka habere göre, Hizbullah'ın rehinelere kullandığı "domuzbağı" yöntemini İran'daki kamplardan öğrendikleri yazılıyordu. Bu yöntemi tarihte uygulayan tek ırk İranlılardı (Persler). "İlkönce kurbanının boynuna ip bağlanıyor. Ardından ipin ucu bedenin ön kısmından sarkıtılıp bacaklarının arasından geçiriliyor, ip çekilince bu insanın başı, bacaklarının arasına sıkıştırılmış oluyor. İp daha sonra arka tarafa alınan ellere bağlanıyor. Eller bağlanınca sıra ayaklara geliyor. Oldukça uzun tutulan bu iple ayaklar da bağlanıyor. Ardından dizler kırılıp yukarı doğru itiliyor. İp, bu şekilde üçe katlanan vücudun çevresinde dolanıyor. Beden top gibi bir hale getiriliyor. Kurbanın kasları yavaş yavaş gevşedikçe ipler sıkıştırılıyor ve yavaş yavaş ölüm daha çok acı veriyor."
Hizbullah'ın Üsküdar'daki evinde bulunan 10 ceset işkence yöntemleri ve öldürme biçimlerini açıklayacak özellikteydi:
"Kurbanlardan birine önce işkence edildi. Daha sonra kafasına beton çivisi çakıldı. Bazı kurbanların el ve ayakları kesildi. Bazılarının ise el ve ayakları feci şekilde kırıldı. Bazıları boyunları, elleri ve ayakları bağlanıp çuvala konuldu ve diri diri gömüldü. Bazıları boynuna geçirilen iple boğuldu. Bu kurbanlar daha sonra şu işlemlerden geçti: İp aşağı çekilip başı bacaklarının arasına sıkıştırıldı, elleri ve ayakları bağlandı. Dizler kırılıp yukarı itildi, bu şekilde üçe katlanan vücut top haline getirildi, bir çukura atıldı, üstü betonla kaplandı." (Sabah, 20 Ocak 2000.)
Hizbullah terör örgütünün sorgucusu Mehmet Arıca, iki kişinin işkence sırasında öldüğünü itiraf ederek,"üzerlerine yanan naylon damlatıyorduk" diyordu. (Sabah, 23 Ocak 2000.)
Cumhuriyet'te yayınlanan bir başka habere göre, Etimesgut'ta cesetleri kömürlükte bulunan üç kişiyi örgüt militanlarının önce sorguladığı, işkence yaptığı, el ve ayaklarını bağladıktan sonra aynı iple boyunlarından da düğümlediği, çuvala koyduktan sonra "diri diri gömdüğü" belirlenmişti. (Cumhuriyet, 22 Ocak 2000.) 19 öldürme ve 5 yaralama olayının faili olarak Diyarbakır DGM'de yargılanan ve Hizbullah'ın "ölüm makinesi" olarak bilinen Yasin kod adlı Lezgin Cangir, ilk eylemini, üst düzey sorumluların talimatı ile 23 Temmuz 1992'de Seyfettin Özdemir'i öldürerek gerçekleştirmişti. 1992'de 13 yaşındayken Batman'da Karşıyaka Camiinde örgüt mensuplarının telkini ile Hizbullah'a dahil olan Cangir, ilk cinayetini aynı yıl işlemiş, yakalandığı 1998 yılına kadar, altı yıl içinde 19 kişiyi öldürmüştü. (Sabah, 22 Ocak 2000.)
Hizbullah'ın "sorgucu"larından "Sami" kod adlı tıp fakültesi öğrencisi Mehmet Arıca, Diyarbakır TEM şubesinde, "sorgu ve infaz birimiyle" ilgili şunları anlatıyordu: "Örgüt elemanları tarafından yakalanarak Çınar ilçesi Pembeören köyüne götürülen iki şahsı ben sorguladım. Sorguda daha önceden hazırlanan sorular soruluyor, cevaplar alınıyordu. ... Daha sonra bu şahıslar infaz birimindekilere teslim ediliyordu. Bunların akibetlerini bilmiyorum. Aziz Başak, Musa ve Nurettin Güneş adlı örgüt mensuplarını yine aynı köyde sorguladık. Akibetleri konusunda bilgi sahibi değilim. Şaban Komaş adlı bir örgüt elemanını tanıyorum. Örgüt onu bir eve götürdü. Bu şahıs kaçırıldığını daha sonra anladı. Kaçmaya çalışırken iple boğularak öldürüldü." (Cumhuriyet, 21 Ocak 2000.)
İstanbul'da inşaatlarda çalışan Kemal Bahtiyar, gittiği Yolçatı (Silvan) köyünde Hizbullahçılar tarafından kaçırılışını Diyarbakır DGM Başsavcılığına verdiği ifadede şöyle anlatacaktır: "Hayvan almak için köye girer girmez, daha ne olduğunu anlamadan üstüme atlayıp beni dövmeye başladılar. Gözlerim kapatıldı. Yeraltına her tarafı toprak olan bir sığınağa indirildim. 30 kadar insan vardı bu sığınakta. Hepimiz zincire vurulmuştuk. Altı aydan beri bu sığınakta zincire vurulmuş olarak bekleyen insanlarla konuştum. Tuvalet ihtiyacımızı da zincire vurulduğumuz yerlerde karşılıyorduk. Her taraf pislik içindeydi. Fareler, nemli elbiselerimizle bedenimizin çeşitli yerlerini kemiriyorlardı. Üç ay boyunca, günde bir kez verilen yarım somun ekmekle yaşayabiliyorduk. Sorgular ahret sorusu gibiydi. Sorduklarını bir türlü anlayamıyordum. Eziyet ve işkenceye dayanamayıp ölenleri, olduğu yerde öylece bırakıyorlardı. Sonunda jandarma gelip bizi kurtardı." (Cumhuriyet, 21 Ocak 2000.)
TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonuna (27 Temmuz 1993 günü) bilgi veren Batman Emniyet Müdürü ve Batman Vali Yardımcısı, Batman'ın Gercüş ilçesine bağlı Seki, Gönüllü ve Çiçekli köylerinde Hizbullah kampları bulunduğunu, bu kamplarda Hizbullah mensuplarının siyasi ve askeri olarak eğitildiğini söylemişlerdi. Mehmet Faraç, Cumhuriyet'te yayınlanan dizi yazısında kamp bulunduğu belirtilen Seki, Çiçekli ve Gönüllü köylerinin Hizbullah lideri Velioğlu ile Ankara'da yakalanan örgüt yöneticisi Mahmut Demir ve örgütün yeni lideri olduğu belirtilen İsa Altsoy'un köyleri olduğunu belirterek "bu köylerde cumartesi günü çok sayıda sığınak bulunduğu unutulmamalı" diye yazıyordu. (Mehmet Faraç, "Hizbullah'ın Kanlı Yolculuğu, 6, Cumhuriyet, 24 Ocak 2000, pazartesi.)
(c)
Hizbullah itirafçılarının verdiği bilgiler doğrultusunda, Mart 1999'da örgütün ana karargahına ulaşılmış, bilgisayar disketleri ile 100 bin sayfalık ana arşiv ele geçirilmişti. Mardin'deki "ana karargah"taki sığınakta ele geçirilen belgeler arasında örgütün "sığınak" yapma yöntemi ve kuralları da vardı. Eski sığınakların yanısıra, ortaya çıkan yeni sığınakların Türkiye coğrafyasına dağılımı, Hizbullah'ın "cihat" hazırlığının ve stratejisinin ipuçlarını vermesi bakımından da önem taşıyordu.
Mardin'deki ana karargahta ele geçirilen belgelerde yer alan "sığınak ve sığınak yapımında çalışanların uyması gereken kurallar" başlıklı bölümde şu bilgiler sıralanıyordu: (1) Mevcut olan sığınakların raporları yazılacak. (2) Sığınakları kim biliyor, kim yapmış, kimler nasıl davranmışlar belirlenecek. (3) Sığınakların kapıları, havalandırmaları kontrol edilecek, müdahale edilmesi gerekenlere müdahale edilecek. (4) Yeni yerlerin tespiti çalışmaları yapılacak, bunlar: a) şehir içinde, b) köyde, c) arazide. (5) Sığınak yapımında bir ekip oluşturulacak, bir ekip bir sığınak içinde gerekli tüm işleri yapabilecek nitelikte olacak. (6) Yapılan sığınağın başlangıç ve bitiş raporu yazılacak. (Kim biliyor, kim çalışmış, malzeme getirme şekli, kim temin ediyor, hafriyatı nasıl kamufle edilmiş gibi.) (7) Sığınaklarda çalışanların mutlaka sığınak yaptıkları yerde halka karşı mantıklı bir kılıfı olacak, kamufle edilecek. (8) Dikkat çekilmeden hareket edilecek, normal işlerine ve günlük çalışmalarına devam edilecek. (9) Örgütün diğer üyeleri ile sıkı fıkı olmayacak. (10) Yanlarında sığınak ve yapılardan bahsedilse bile onlar sığınak konularından kesinlikle bahsetmeyecekler. (11) Her sığınağın mutlaka sorumlusu olacak. (12) Sığınak içerisine kaç kişi konulacak, içeride nasıl duracaklar, bütün bunlar belli bir program dahilinde yapılacak. (13) Suçluların sığınak içerisine alınmadan önce mutlaka üst aramaları yapılacak, üzerlerinde kesici, delici ve dışarıya ses aktarıcı cihaz vb. maddelerin olmamasına özen gösterilecek. (14) Sığınaklarda tutuklu olarak bulunan şahısların birbirlerini tanımalarına kesinlikle müsaade edilmeyecek. (15) Yakın tarihte bırakılacaklar ile uzun süreli kalması uygun görülen esirler kesinlikle aynı sığınaklara bırakılmayacak. (16) Sığınak yapımında çalıştırılanlar başka bir il veya ilçeden getirilecek, sığınağa yakın bir yerde gözleri bağlanacak, sığınak yapımı bittikten sonra da tekrar gözleri bağlı vaziyette sığınak yerinden uzaklaştırılacak." (Cumhuriyet, 25 Ocak 2000.)
Eğer sığınak ortaya çıkarsa, o sığınağı yapan kişiler sorguya çekiliyor, sorumlu görülenler olursa öldürülüyordu. (Hürriyet, 26 Ocak 2000.)
(d)
Hizbullah'ın "hem askeri kanat eğitiminde, hem de bu kanadın batıdaki faaliyetlerinde, gizlenme, sorgulama ve infaz eylemleri" amacıyla bu sığınaklar yapılmaktaydı. Mehmet Faraç'a göre, örgüt 1998 yılından bu yana, bölgedeki operasyonlardan da etkilenerek "Hicret" hareketini, yani "batıya açılma çalışmalarını" hızlandırmıştı. Cumhuriyet'in haber/yazısında yer alan "İlimciler askeri kanadı Hicret Yolu"nu gösteren harita irdelendiğinde, "Hicret yolu"nun "cihat" amacına göre belirlenmiş olduğunu düşünmek de gerekirdi. Başlangıçta PKK'ya ve siyasal, ekonomik ve toplumsal yönden PKK'nın yerleşmesine ortam oluşturan, gelişmesine destek veren kişi ve kuruluşlara yönelik cinayetlerle noktalanan etkinlikler, bir yandan kendi içindeki çatışmalarla ve kendisiyle karşıtlaşan dinsel kişi ve cemaatlere yönelik saldırılarla yumaklanmış bulunan Hizbullah'ın "Güneydoğu cihat bölgesi"nden (Diyarbakır'dan), "Türkiye cihat bölgesine" doğru "hicret"i, "cihat"ın bir bütün olarak Türkiye Cumhuriyetine yönelik bir genişleme stratejisi olduğunu da duyumsatıyordu: Batman ve Diyarbakır, Hizbullah'ın doğduğu ve güçlendiği bu iki il, aynı zamanda Hizbullah'ın merkezi olarak gösteriliyordu. Hizbullah'ın eylemlerinin yoğunlaştığı ve "Hizbullah yanlılarına mal edinilen" 267 faili meçhul cinayet ile Hizbullah yanlısı olarak bilinen 93 kişinin kimlikleri belirsiz kişilerce öldürüldüğü 1992 yılında (1992 Türkiye İnsan Hakları Raporu, s. 65-72) olayların Güneydoğu'da ve Batman ile Diyarbakır merkezli olması da, bu iki ili Hizbullah'ın merkez olarak seçtiğini kanıtlıyordu. Bunun yanısıra, Hizbullah'ın "ana karargahı" gene TİHV (1992) raporu irdelendiğinde, Hizbullah'a yönelik eylemlerin ve Hizbullah'ın eylemlerinin il merkezi olarak adı hemen hemen hiç geçmeyen Mardin'de bulunmuş olması, Güneydoğu'daki merkezin Batman, Diyarbakır ve Mardin üçgeni üzerine oturtulmuş olduğunu düşündürüyordu; Mardin'in "ana karargah" olması gibi, Diyarbakır da, "Güneydoğu cihat bölgesi" olarak belirlenmişti. Bu, bir bakıma, 26 Haziran 1994'te, Diyarbakır DGM'de görülecek olan 35 sanıklı Hizbullah davası dolayısıyla hazırlanan "iddianame"de belirtildiği üzere, Hizbullah'ın "islami esaslara dayalı İran islam devletini model alan bir Kürt devleti kurmak amacıyla" örtüştüğü gibi, İçişleri Bakanı Tantan'ın "vahşeti anlattı"ğı açıklamasında, "Hizbullah'ın hedefi"nin, Türkiye'yi Afganistan'a çevirmek olduğunu da düşündürüyordu. 1998 yılından bu yana hızlanan "Batıya açılma çalışmaları" ise, "dini esaslara dayalı bir Kürt devleti"nden, bir bütün olarak Türkiye'yi kucaklayacak, kendi deyimiyle,"Türkiye islam cumhuriyeti" hedefi doğrultusunda bir "hicret" gerçekleştirildiğini düşündürecek özellikteydi.
"Hicret yolu"nu haritadan izleyelim: "Hicret yolu", "merkez" Batman'dan ve "Güneydoğu cihat bölgesi" "merkez"i Diyarbakır'dan, "geçiş yeri" Şanlı Urfa'ya, "ileri karakol" Gaziantep'e ve "kadrolaşma" uğrağı Adana ve gene "kadrolaşma" uğrağı Mersin'e ve oradan, sığınak ve hücrelerin bulunduğu, bir başka deyişle, gizlenme, sorgulama ve infaz eylemlerinin gerçekleştirildiği Konya'ya, Konya'dan "Merkezi Yapılanma"nın gerçekleştirileceği Ankara'ya geliyor. "Hicret", Ankara'dan, "çıkış yolu" Bolu'ya, Bolu'dan "barınma bölgesi" Bursa'ya ve Bursa'dan "Türkiye cihat bölgesi" İstanbul'a ulanıyor.
"Bölge dışında, büyük illerde faaliyet gösterecek askeri kanat elemanlarının illerde yerleşme ve faaliyet kuralları"ndan, Hizbullah'ın "hicret"inin amacının, doğudan batıya, Türkiye geneline yayılma ve yapılanma olduğu da anlaşılacaktı. Bu kurallara göre; (1) Askeri faaliyetlerde bulunan şahıslar Batıya, yani Ankara, İstanbul, İzmir, Konya vb. yerlere organizeli olarak yerleştirilecek; (2) Bu faaliyetler çok gizli yapılacak, aynı ekipte hangi evli ve bekar şahısların bulunacağı önceden belirlenecek; (3) Aynı ekipte bulunacak örgüt mensupları daha önceden birbirini tanıyan kişiler olacak; (4) Hiçbir ekip diğer ekibin nereye yerleştiğini bilmeyecek; (5) Ekipler, böyle bir uygulamanın kendileri dışında da yapıldığını bilmeyecek ve hissetmeyecek; (6) Diğer illerde yerleşen ekiplerden sorumlu bir şahıs olacak; (7) Sorumlu şahıslar ekipler için zemin hazırlayacak, giden ekipler kendi ihtiyaçlarını kendileri sağlayacak; (8) Sorumlular, ekiplerini 15 günde bir kontrol edecek, raporlarını alacaklar; (9) Diğer illerde yerleşen ekipler sade vatandaş görünümünde olacaklar, şehri tanıyacaklar, kendi aralarında programları olacak. (Cumhuriyet, 25 Ocak 2000.)
"Askeri kanat 'Hicret' yolu"na göre, "Güneydoğu cihat bölgesi" doğuda Diyarbakır, "Türkiye cihat bölgesi" batıda İstanbul ve ikisinin ortasında Ankara, örgütün merkezi yapılanma yeri olarak belirlenmişti. Hizbullah'ın bir "genel başkanı", kendi söylemleriyle "emir"i var. "Dini liderleri", kendi söylemleriyle "ulema" ile "yönetim kurulu" kendi söylemleriyle "şura", "emir"e bağlı. Ulema (dini önderlik), "tebliğ" ve "içtimai" kanattan; şura, "istihbarat" ve "askeri kanat"tan oluşuyor. "Tetikçiler" ve "satırcılar" istihbarata, "sorgu timi" ve "infaz timi" askeri kanada bağlı. Hücre esasına göre çalışıyor Hizbullah. İl grupları 1-3 kişilik hücrelerden, eylem timleri ise 2-6 kişiden oluşuyor. Örgütlenme şeması ile "hicret" tablosuna bakıldığında, lider kadronun (emir ve şuranın) "merkezi yapılanma" yeri olarak belirlenen Ankara'ya "hicret"i de bir varsayım olarak düşünülmek gerekiyor.
Abdülsamet Yıldız, ayrıca örgüt üyesi olarak yetiştirmesi için kendisine altı öğrenci bağlandığını, bunlara dini ve siyasi eğitim verdiğini söyleyecekti. (Ünsal Ergil, "Devleti takip ediyorduk", Sabah, 23 Ocak 2000.)
Radikal'in haberine göre, Yıldız, örgütün Ankara bağlantılarını, Hüseyin Velioğlu ile birlikte kurmuş, birbirleri arasındaki iletişimi, telefonu güvenli bulmadıkları için, internette mektuplaşarak sağlamışlardı. Yıldız, ayrıca, Başbakanlığın krokisini çıkarmıştı. (Radikal, 2 Şubat 2000.)
Ecevit, Hizbullah'a yönelik operasyonun kamu kesiminde sürüp sürmeyeceği sorusuna, "Büyük bir olasılıkla başka bazı devlet kuruluşlarına da Hizbullah sızmış olabilir. Soruşturma ilerledikçe tabii bunlar ortaya çıkacaktır." yanıtını verecekti. (Cumhuriyet, 23 Ocak 2000.)
Mehmet Faraç'ın haberine göre, "Hizbullah, liderini kaybetmeseydi İstanbul'u şeriatçı örgütün üssü haline getirmeyi planlıyordu. Hizbullah'ı bu hedefe yönelten süreç, örgütün Mardin'deki sığınağında 1995'te başlatılmıştı. (...) Abdülaziz Tunç'un itiraflarına göre, Velioğlu, Güneydoğu'daki kuryelerden gelen bilgileri bilgisayara yükletiyor, örgütün batıya açılma çalışmalarına da burada yön veriyordu."
Faraç'ın haberi şöyle devam ediyor: "Güvenlik birimleri ve örgüte yakın kaynaklara göre Velioğlu, geçen yılın sonunda hem Güneydoğu'daki operasyonlardan kaçmak, hem de daha güvenli bölgede barınmak için İstanbul'u üs tuttu. Derlenen bilgilere göre Velioğlu'nun hedefi şu aşamaları içeriyordu:
"Hizbulşeytanla savaş 2 bin yılında büyüyecektir. Güneydoğu'ya damgasını vuran Hizbullah, şeriat devleti düşünü ülkenin en büyük kentinden yayacaktır. Burada kendilerini "Şeytanın uşakları" diye niteleyen İBDA-C gibi şeriatçı grupları tasfiye edecek, kendilerine karşı olan, ramazan aylarında fitre ve zekattan büyük pay alan, silahlı mücadele karşıtı grupları etkisiz kılacak ve bu kanatta örgütün tek hakimi olacaktı. Nitekim işadamları ve islamcı vakıf yöneticilerinin kaçırılması buna ilk işaretti." (Cumhuriyet, 20 Ocak 2000.)
(e)
Diyarbakır DGM'nin hazırladığı iddianamede, militanların kaçırıldıkları kurbanlarını örgüt yöneticilerinin hazırladığı "sorgu broşürü"ne göre sorguladıkları belirtiliyordu. "Sorgulama Yöntemleri" adlı broşürde, sorgulanacak kişinin tanrı tanımaz ise "kâfir"; dost görünüp düşman olduğu anlaşılmışsa "münafık"; PKK'lı ise "PKK" sorgusuna alınacağı ve bu sorgunun nasıl yapılacağı anlatılıyordu. Broşürde şu satırlara yer verilmişti: "Sorgulama işinin örgütün egemen olduğu kırsal bölgelerde toprak sığınaklarda yapılması şarttır. Yakalanan şahıs bu sığınaklarda önce zincire vurulmalı, hiç dışarıya çıkarılmadan, durumun aciliyetine göre sorgulanmasına başlanmalı. Kâfir, münafık ya da PKK'lı olduğuna bakılmaksızın, sorguda her yol caizdir. Sorguda alınan ifade örgütün üst kademelerine bildirilmeli, gelecek emirlere göre sorgulanan kişinin cezası verilmelidir." (Radikal, 19 Şubat 2000.)
Hizbullah'ın öldürdüğü kişilerin sayısını, bugün için saptamak olanaklı değildi. Özgür Gelecek, Hizbullah'ın resmi rakamlara göre 200'ün üstünde kaçırma ve 2500'ün üzerinde öldürme olayını gerçekleştirdiğini yazıyor, yerel ve PKK orijinli kaynaklara göre ise, bu sayının 5.000 civarında olduğunun ileri sürüldüğünü ekliyordu. (Özgür Gelecek, 4-17 Şubat 2000.) Refahyol döneminde Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanvekili olan Bülent Orakoğlu da, bir televizyon görüşmesinde, Hizbullah'ın 1.500 insanı faili meçhul cinayetlerde öldürdüğünü, bu sayının 2.000 de olabileceğini söylüyor, Radikal muhabiri Neşe Düzel'in sorularını yanıtlarken de, "Rakamın büyük olduğunu biliyordum, ama bu kadar büyük olduğunu bilmiyordum. Bu sayı artabilir." diyordu. (Radikal, 31 Ocak 2000.)
Sabah'ta yayınlanan istatistik bilgilere göre ise, Hizbullah 1991'den bu yana 484 öldürme gerçekleştirmişti, bunun 329'u aydınlatılmış, 155'inin failleri henüz belirlenmemişti. Aynı yerde Hizbullah'ın gerçekleştirdiği faili meçhul olay sayısı 478 olarak gösteriliyordu. (Sabah, 13 Şubat 2000.)
Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) tarafından yayınlanan Türkiye İnsan Hakları Raporları'nda, kişi adı, olay yeri, olay tarihi ve merkezi tek tek verilerek şöyle deniyordu: Faili meçhul cinayetlerin büyük bölümü Olağanüstü Hal Bölgesinde (OHAL) meydana geldi ve en fazla da Diyarbakır, Batman, Silvan ve Kızıltepe'de yaşandı. 1989-1991 yılları arasında 42 kişi, 1992'de 362, 1993'te 467, 1994'te 423, 1995'te 166 ve1996'da 113 kişi öldürüldü. Bu bilgilerin temel kaynağını gazete haberleri oluşturuyordu. 1992 yılı raporunda, "Hizbullah yanlılarının gerçekleştirdiği eylemler" ile "Hizbullah yanlılarına yönelik saldırılar"ın dökümleri ayrı ayrı verilmişti. Kişi adı, olay yeri, olay tarihi ve mesleklerinin belirtildiği bu döküme göre, 1992'de, Hizbullah yanlıları 267 faili meçhul cinayet gerçekleştirmiş, Hizbullah yanlısı 93 kişi faili meçhul cinayet sonucu öldürülmüştü. (1992'den sonra yayınlanan raporlarda bu ayrım yapılmamış.)
Dönemin fotoğrafsal bir tablosunu Türkiye İnsan Hakları Raporu 1992'den çizmekte de yarar var: Hizbullah yanlılarının 267 kişiyi öldürdüğü, ve Hizbullah yanlısı 93 kişinin öldürüldüğü 1992 yılında; (1) gözaltında ve cezaevlerinde şüpheli ölümler 17 kişi; (2) ortadan kaybolanlar 8 kişi, (3) ev baskınlarında öldürülenler 63 kişi (4) gösterilere ya da topluluklara ateş açılması sonucu ve Nevruz olayları sırasında 188 kişi, (5) "dur" ihtarına uymama ve benzer gerekçelerle 103 kişi, (6) faili meçhul cinayetler 360 kişi, (7) mayın ya da sahipsiz bombaların patlaması sonucu 38 kişi, (8) yasadışı örgüt ya da grupların güvenlik görevlilerine vb. düzenledikleri suikast ve saldırılarla ölenler 285 kişi olmak üzere, toplam 992 kişi öldürülmüştü. (1992 Türkiye İnsan Hakları Raporu, Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Ankara 1993, s. 16.)
Serdar Canipek'e göre, Hizbullah, Güneydoğu'da 1991-1995 yılları arasında 3.500 faili meçhul cinayete "imza atmıştı". (Sabah, 22 Ocak 2000.) Ersin Kalkan da daha önce, 2 Kasım 1997'de, Gazete Pazar'da yayınlanan "Hizbullah Bir Varmış Bir Yokmuş" yazısında verdiği bilgilere göre, Hizbullah'ın yoğun olarak faaliyet gösterdiği 1991-1995 döneminde, yüzlerce kişi kaybolmuş-kaçırılmıştı, ve 3.500'e yakın faili meçhul cinayet işlenmişti.
Diyarbakır'da düzenlenen Hizbullah zirvesinde hazırlanan raporda, 4 bini silahlı militan ve tetikçi olmak üzere yaklaşık 20 bin Hizbullahçının ülke geneline yayıldığına dikkat çekiliyordu. Altı bin kişi de örgüte üye olmak için özgeçmişini göndermiş, ayrıca referans da vermişti. İki bin kişi ise örgüt için ölüme hazır olduklarını ve intihar saldırılarında görev alabileceklerini belirtmişlerdi. (Cumhuriyet, 11 Şubat 2000.) Bu sayılar birer "tahmin" değildi, Hizbullah'ın ele geçirilen 100 bin sayfalık dokümanından çıkarılmış olmalıydı. İstanbul'da lider kadroya yapılan operasyonlardan bir gün önce, 15 Ocak 2000 günlü Cumhuriyet'in haberinde, Diyarbakır Emniyet Müdürü "Hizbullah'ın 20 bin sayfalık dokümanının ele geçirildiğini" açıklamıştı; İçişleri Bakanı Tantan ise ele geçirilen dokümanın 100 bin sayfa olduğunu söyleyecekti. Emniyet Genel Müdürü Turan Genç Hizbullah'tan ele geçen yazılı ve bilgisayar kayıtlarının tümünün dökümünün yapıldığını belirtecek ve "Hizbullah'ın tüm şablonu elimizde oluşmuş durumda" diyecekti. (Yeni Binyıl, 13 Şubat 2000.)
Hizbullah örgütünün iki bin üyesinin dosya bilgilerinden güvenlik yetkililerince yapılan incelemesinde, örgütte, 15-24 yaş arasındakilerin çoğunlukta olduğu sonucuna varılmıştı. Örgütün yüzde 2'si oranında 35-65 yaş arasındaki üyelerden, yüzde 2,5'u da 10-14 yaş arasındaki çocuklardan oluşuyordu.
Okurluk açısından %40,5 lise mezunu, %1,5'i okumasız, %19'u ilkokul ve %14'ü ortaokul mezunuydu.
Örgüt üyelerinin %27'si öğrenci, %28,5'i serbest meslek sahibi, %14'ü işçi, %1,1'i çiftçi ve %1'i memurdu. Örgüt içinde militan kadın %2,5'tu.
Eylemlerin %97,5'i kent merkezlerinde, %2'si köylerde ve %0,5'i de mezralarda gerçekleştirilmişti. (Cumhuriyet, 24 Ocak 2000.)
Kadir Ercan'ın araştırmasına göre, Hizbullah, düşmanı, iç düşman ve dış düşman olarak iki farklı kategoride niteliyordu. İç düşmanlar: (a) emirlere karşı gelenler, (b) ajan olmakla suçlananlar, (c) örgüte maddi desteği kısanlar, (d) para vermeyi reddeden Güneydoğulu işadamları, (e) farklı islami kesimler, (f) rakip cemaatler (Zehra Vakfı). Dış düşmanlar: (a) Atatürkçüler, (b) laik demokratik hukuk devletini savunanlar, (c) Hizbullah'a tehdit oluşturan devlet görevlileri, kamu ve medya çalışanları, yerel yöneticiler, (d) PKK'lılar.
Örgüt iç düşmanlarına karşı halka açık infazı değil, ortadan kaybetme yöntemini kullanıyor. İşkenceli sorgulama yapıldıktan sonra kurban boğularak öldürülüyor.
Dış düşman ise vuruluyor. Takarov tabancayla enseye tek kurşunla infaz, kalabalıkta satır darbeleriyle infaz, bombalı infaz. İnfaz sırasında "Allahuekber" deniyor. Bunun dışında örgütü imleyen herhangi bir açıklama yapılmıyor. (Kadir Ercan, "Hizbullah'ın Terör Bürokrasisi", Hürriyet, 25 Ocak 2000.)
Emniyet Genel Müdürlüğünün raporlarına göre, Hizbullah eylemlerini 15-18 yaş arası tetikçilere yaptırıyor. Tetikçi, bir başka militanın gözetiminde hedefine arkadan yaklaşarak 1-2 metre mesafeden ateş ediyor. Örgüt tetikçileri olay yerinden yaya olarak kaçıyor. Bazı iddialara göre silahları camilere gizliyor. (Cumhuriyet, 22 Ocak 2000.)
Sorgular ise teyp ve video kasetine tek tek kaydediliyor. Video kaset lidere ulaştırılıyor. Lider "Katli vacip fetvası" verirse infaz yapılıyor. Lider "bırakın" derse, gözleri bağlı olarak sığınağa getirilen kişi, yine gözleri bağlı olarak bir başka yere bırakılıyor.
Suikastlerde kullanılan silahların tek tek sicili (hangi tarihte, nerede, kim tarafından kullanıldığı) tutuluyor. Bir kentte kullanılan silah daha sonra başka kente gönderiliyor. Bu silahların dolaşımı (nereden nereye ve hangi militana geçtiği) bilgisayarda tek tek kaydediliyor. (Kadir Ercan, "Hizbullah'ın Terör Bürokrasisi", Hürriyet, 26 Ocak 2000.)
Hüseyin Velioğlu'nun Mardin'de Teker Mahallesinde 1990 yılında, satın aldığı üç katlı bir ev, örgütün bilgi-işlem merkezi olarak kullanılmış, ertesi yıl binanın altına sığınak yapılmış, örgütten gelen bilgiler bu sığınaklardaki bilgisayarlara geçirilmişti. Hizbullahın 1990 yılında elegeçirilen yirmibin sayfalık arşivi burada bulunacaktı. Aynı mahallede bir başka ev ise, kuryelerden gelen bilgilerin, istihbarat raporlarının toplandığı karargah olarak kullanılmıştı. Gene Mardin'de aynı mahallede bulunan "Çeppiler evi" olarak anılan 20 odalı bir konak, örgütün karargahı ya da üssü olarak kullanılmıştı. Damına yerleştirilen kameralarla, konağın bulunduğu sokağa girip çıkanlar izleniyordu. Bu konak Hizbullah lideri Velioğlu ve şura üyeleri tarafından altı yıl örgütün üssü olarak kullanılmıştı. "Uzun süre olağanüstü hal kapsamında kalan, adım başı kimlik kontrolü yapılan, PKK eylemleri nedeniyle her evin didik didik arandığı Teker Mahallesinde" bu üç evin 1991'den 1999 yılına kadar karargah olarak kullanılmış olmasına dikkat çekilen haberde, başta Velioğlu olmak üzere Hizbullah yöneticilerinin, polis, asker ve korucu giysileriyle "Çeppiler evi"ne girip çıktığı belirtiliyordu. (Cumhuriyet, 6 Mart 2000.)
(f)
Sivas kıyınından, yani 2 Temmuz 1993'ten önce, 4 Şubat 1993'te Cumhuriyet'te özeti yayınlanan, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığının hazırladığı 50 sayfalık rapora göre, Hizbullah örgütü, "komşu bir ülke destekli"ydi ve "Türkiye'deki laik düzenin yıkılmasını amaçlıyor"du. "PKK'ya tepkiden doğmuş, giderek, eyleme eylemle cevap vererek taktik geliştirmeye başlamış"tı. MİT eski müsteşarı Teoman Koman ise, Hizbullah'la ilgili olarak kendisine yöneltilen bir soruyu, "Hangi Hizbullah?" sorusuyla yanıtlamıştı. Olağanüstü Hal (OHAL) Bölge Valisi Ünal Erkan da, aynı kanıda olduğunu söyleyecekti. Haber, şöyle devam ediyordu: "Bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, Türkiye'de biri İran'ın, diğeri CIA ve MİT'in denetiminde olan iki Hizbullahtan sözetmek mümkün." Emniyet Müdürlüğü raporunda, "devletin özellikle Güneydoğu Anadolu bölgesinde Hizbullah'la işbirliği yaptığı yolundaki iddialar" yalanlanmakla birlikte, bu bölgede son iki yılda sayısı 100'ü aşan "faili meçhul cinayetler"in birçoğunun bu örgüt tarafından işlendiği öne sürülüyor, eylemlerinde devletten destek gördüğü söyleniyordu. Bir de ad takılmıştı: Hizbul-Kontra. (Cumhuriyet, 4 Şubat 1993.)
Bunlar, 2 Temmuz (1993) öncesi bilgilerdi.
Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi eski başkanvekili Bülent Orakoğlu, 1993'ten 1999'a kadar beşyüz ayrı operasyon yapıldığını, dörtbin militan yakalandığını, 400 faili meçhul cinayetin aydınlatıldığını, ama Mart 1999'da Kızıltepe'de Hizbullah arşivinin ele geçirilmesinden ve 20 bin Hizbullah sempatizanı saptandıktan sonra, esas darbenin vurulmaya başlandığını söyleyecekti. 12 yıl terör ve istihbarat müdürlüğü yaptığını söyleyen Orakoğlu, "Türkiye'de terör olaylarının komplike" olduğunun altını çiziyordu: "Örgütler ve ilişkiler içiçe girmiştir. Bir olayı diğerinden ayırmanın olanağı yoktur. Karışık ilişkiler vardır. Türkiye'deki terör olaylarını sadece iç politikaya dayandırmamak lazım. Dış güçlerin, mega güçlerin, Türkiye, Ortadoğu, Körfez Bölgesi politikalarına bakmak lazım. Türkiye dışında, Türkiye'yi idare etmeye çalışmış bir karapara olayına da bakmak lazım." Ayrıca ekliyordu: "Halk şunu da öğrenmek istiyor: Hizbullah'ı içte ve dışta kim destekledi?" (Radikal, 31 Ocak 2000; Neşe Düzel'in Bülent Orakoğlu ile görüşmesi.)
Meclis Faili Meçhul Cinayetleri araştırma Komisyonunun raporunda yer alan "Batman'da, askeri birliğe yakın bir Hizbullah kampı olduğu"nu anımsatan Orakoğlu, "PKK ile mücadelesinden dolayı devlet içinde bu örgüte sempatiyle bakanlar olduğunu" ileri sürüyor, Hizbullah'ı çökertmeye yönelik operasyonları, "konjonktür" değişikliğiyle açıklıyordu. Bu konjonktür değişikliklerini şöyle özetlemek olanaklıydı:
(1) "Hizbullah, 1995'te PKK ile mücadeleyi kesmiş, 1998'de, İran Devrim Muhafızlarının huzurunda PKK ile kesin bir ateşkes imzalamış", "Türk devletine karşı ortak hareket etme konusunda anlaşmışlar"dı.
(2) İstanbul Barosunun raporunda da belirtildiği gibi, Doğu Blokunun çökmesi ve Sovyetlerin dağılmasının ardından, NATO, konsept değişikliğine gitmiş, komünizm tehlikesinin yerini, radikal dini gruplar almıştı.*
(3) Milli Güvenlik Kurulu Siyaset Belgesi ile de bir konsept değişikliğine gidilmişti.
(4) İlk kez dış güçler, mega güçler, Türkiye'de yatırımlar için istikrar istemişti. (Ayraç içinde değinelim ki, bunu, Hizbullahın bağrında açılıp serpildiği GAP (Güneydoğu Anadolu Projesi) coğrafyası ile de ilişkilendirmek, GAP'ı "gapmak" isteyen "mega güçler"in bölgede istikrarın sağlanması amacıyla, yeni bir "konsept" oluşturmuş olabileceğini de düşünmek olanaklı.)**
Nevzat Bölügiray, Milli Güvenlik Siyaset Belgesinde (MGSB), 1992'de, birincil öncelikli dış tehdidin Sovyetler Birliği, ve birincil öncelikli iç tehdidin bölücülük olduğunu; 28 Şubat 1997 kararıyla, MGSB'nin de değişikliğe uğradığını ve birincil öncelikli dış tehdidin ("Sovyetler Birliği" yerine) Yunanistan ve Güney, birinci öncelikli iç tehdidin ("bölücülük" yerine) irtica, bölücülük ve ülkücü mafya olarak değiştiğini belirtir. Bölügiray'a göre, Siyaset Belgesinde konsept değişikliğinde geç kalınmıştı ve irticanın birincil öncelikli iç tehdit olarak nitelenmesi daha doğru olacaktı. (Nevzat Bölügiray, 28 Şubat Süreci, 1999, s. 57.)
Farklı olmakla birlikte, paydaları birleşen görüşler de dile getirilmişti. Örneğin, NATO konseptinin genelde üç yılda bir değiştiğini söyleyen Faik Bulut (V-Özgürlük, Şubat 2000), 1991'de, Sovyetler Birliği'nin dağıldığını anımsatarak, 1987-90 ve 1992-95'te NATO konseptinin, yerel güçleri kullanma, her türlü yasadışılığı uygulama, bir başka deyişle, tipik kontrgerilla yöntemleri olduğunu söylüyordu. Bu konsept doğrultusunda, 1992'de koruculuğun iflasıyla birlikte, "daha etkin yerel vurucu bir gücün, üstelik şehir merkezlerinde yaratılması" gerekmişti. Hizbullah (İlim Grubu) bu konseptin ürünüydü. NATO konsepti 1994'te değişmişti. Kuzey Irak ve Çekiç Güç ve başka diğer sorunlarda, ABD ile görüş ayrılıkları su yüzüne çıkacaktı. Her ne kadar Demirel, "Devlet suç işlemez, işletmez." diye konuştuğu yerde, aynı zamanda, "Devlet içinde gayrimeşru güçler olmuş olabilir, bunlar başka gayrimeşru güçleri kullanmış olabilir." diyerek, hem bir gerçeği açıklıyor, ve hem de sorumluluğu kendi üzerinden atmak istiyorsa da, Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, ilgililere, "İlişkiniz varsa kesin, kesinlikle yasadışı güçleri, yasadışı güçlere karşı kullanmayın" demiş ve operasyon başlamıştı.
Milli Güvenlik Siyaset Belgesinde (28 Şubat1997) "irtica"nın "birincil tehlike" olduğu vargısı yer alıyor, Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu döneminde, bu vargıya uygun operasyonlar sürüyordu.
İç ve dış konsept değişikliği kadar, iç ve dış konjonktür değişiklikleri de burada dikkate alınmak gerekirdi. Çünkü, siyasallaşan islamla sınırlı olarak soruna bakıldığında, "darül islam" ve "cihat" kavramları da değişikliğe uğramıştı. İslam fıkhına göre, bir emir'in ya da hükümdarın egemenlik alanı üzerindeki tebasını kapsamına alan fetva, Humeyni tarafından, kendi egemenlik alanı dışına genişletilmekle kalmamış, Şeytan Ayetleri yazarının ve kitabın yayıncılarının gayretli müslümanlar tarafından görüldüğü yerde öldürülmesinin istenmesiyle, bu egemenlik alanını, müslüman göçmenlerin bulunduğu Batı Avrupa'ya, ve bir bakıma dünyaya yayarak, hıristiyan toplulukların geleneksel ana-ata yurtlarını da kendi egemenlik alanı içine almıştı. Fetva'ya uluslararası bir boyut verilmesi kadar, tarikat geleneğinden gelen Taliban'ı eğiten ABD'nin, Afganistan'da, Sovyetler Birliği'ne karşı geliştirdiği "cihatçı" hareket de, "fetva" gibi uluslararası bir nitelik kazanmış, Batıyı ve özellikle de ABD'yi kapsamına almıştı. Körfez Savaşı sırasında "imanın başdüşmanı ABD"nin "İslam toprağı" Suudi Arabistan'a konuşlanmasını, islam toprağının kafirler tarafından işgali olarak algılayan cihatçılar, aynı zamanda yalnızca işgal edilen islam topraklarını "kafir"lere karşı korumayı değil, islam toprağını işgal eden "imanın düşmanları"nı, onların kendi ülkelerinde vurarak islamı yaymayı amaç edineceklerdi.
10 Aralık 2001, Ankara
* NATO'nun "konsept" değişikliğini, Leyla Tavşanoğlu, "eski strateji" ve "yeni strateji" olarak şöyle açıklıyor: "Eski strateji: Olumsuz yaklaşım. Saldırgan derhal cezalandırılır. / Tek yönlülük. Amaç Sovyetler Birliği ile çatışmadır. / Sadece askeri strateji vardır. / Dikkatler hep Sovyetler Birliği'nin ne yaptığına odaklanmıştır. / Seçenekler sınırlıdır. Yapılacak iş hep bellidir. / Tehdit merkezi Sovyetler'dir. Yeni strateji: Olumlu yaklaşım. Barışı korumak ve kollamak. / Çok yönlü yaklaşım. Barış, olmazsa bunalım, daha da olmazsa savaş seçenekleri. / Askeriden çok siyasi stratejiye ağırlık./ Silahların kontrolü. / Kriz yönetimi. / Esnek seçenekler. / Tehdit merkezlerinde çok yönlülük."
"NATO'nun yeni yapılanması"nın başlıca stratejisinin "barışı korumak ve kollamak" olduğu ve "bu amaçla kendi alanları dışında harekatlara da katıldığı" belirtiliyor, bu harekatlara örnek olarak da Bosna'ya düzenlenen "Dey Comfort" ve "Deny Flight" harekatları veriliyordu. "NATO şimdi dikkatlerini iyice Orta Asya cumhuriyetleri, ayrıca eski Doğu Bloku ülkeleri ve eski Sovyet cumhuriyetlerine çevirmiş"ti. (Cumhuriyet, 7 Temmuz 1993.)
** Bu konuda, okur, benim, Pandoranın Bir Başka "Kutu"sunda (Onur Yayınları, Ankara 2000) "Küçük Köylülüğün Yıkımından GAP'ın İşgali" adlı bölümüne bakabilir.
(Türkiye’nin Kararan Fotoğrafları, s. 302-325)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder